Merhabalar! Şubat ayında beş kitap okudum. Çok güzel kitaplar okudum yine. Sayılara takılmadığım günden beri okumalarım beni gittikçe daha çok tatmin ediyor; sindirmeyi, meşgul olmayı ve onlara uzun uzun vakitler ayırmaya bayılıyorum. Odaklandığım ve keyif aldığım sürece ay içinde bir kitap bile okusam benim için her anlamda verimlidir.
Ay sonunda yaptığım İstanbul yolculuğum ve ramazana alışma süreci vesilesiyle geç kaldığım bir paylaşım oldu ama yetiştim neyse ki. Şu an evimdeyim, rutinime kavuştum ve günlerim aynı sıradanlıkta devam ederken sizler için bu içeriği oluşturmak istedim. Kitap önerileri yapmayı çok seviyorum, tabii onları sevip sevmemek sizin tercihiniz olacak. İncelemelerimi fazla detaya boğmadan genelde hissettiklerim üzerinde ilerleyerek sunmaya çalıştım. Sürpriz bozan unsurlara yer vermedim.
Sevmediğim tek kitap ''Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı'' oldu maalesef. Zaten kişisel gelişim türüne pek sıcak bakan bir okur değilim ama okumam gerektiği düşünürdüm bazen. Çoğundan beklentim olmamasına rağmen bayılırdım da, fakat bu kitap hayal kırıklığı oldu.
Okuduğum diğer kitapların her birini çok sevdim, nedenlerini de incelemelerde açıkladım. Her biri kendi türünde muhteşem kitaplar. Tür olarak birbirinden farklı okumalar yaptım ve ayrı tellerden çaldım. Bundan memnunum tabii ki, edebiyattan aldığım hazzı çok yönlü bir hale getiriyorum böylece.
1-) DOST KAZANMA VE İNSANLARI ETKİLEME SANATI, DALE CARNEGİE
Bu incelemeye kitabı sevmediğimi belirterek başlamak istemezdim, ama öyle maalesef. Yaklaşık bir ayda bitirdim. Değerli zamanımı böyle bir kitaba harcadığım için de çok mutsuzum. Yorumlarının güzelliğine aldanarak #bizimbuyukchallengeimiz listeme eklediğime de pişmanım. Olsun, hepsi bir tecrübe.
“Kişisel gelişim” türüne ısınamadım hiç, ama her zaman okumam gerektiğini düşündüğüm kitaplardı bunlar. Aralarında iyileri de var kötüleri de. Ben kötüsüne denk gelmişim. Tabii bu benim için öyle. Kitabı beğenenler, beğenmeyenlere göre daha fazla. Çünkü kitaptan ne beklediğimize göre değişir her şey.
İş hayatım devam etseydi ve bu gibi ortamlarda bulunan insanlarla iletişimim ilk önceliğim olsaydı eğer, “Dost Kazanma ve İnsanları Etkileme Sanatı” bana çok şey katabilirdi belki. Hatta işime yarayabilirdi. Ama ben iş hayatımda bile çıkarlar üzerine ilişkiler kurmayı sevmediğim için yine faydası dokunmazdı bana. Yani menfaate dayalı ilişkilere sahip olmak isterseniz bu kitap her anlamda sizleri tatmin edebilir. Gerçek bir dostlukla alakası olduğunu düşünmüyorum çünkü.
Kısaca kitaptan bahsetmek istiyorum: Başlığı maalesef çok kötü ve talihsiz bir seçim olmuş. “Etkili İletişim” gibi bir şey de olabilirmiş. Çünkü dostlukla bir ilgisi yok ve insanları etkilemek ölüm kalım savaşı gibi anlatılmış. Tüm insanların bizi sevmesi imkânsız; sırf sevilmek ve popüler olmak için de ödün vermek ve zamanımızdan çalmak bana çok anlamsız geldi. Eserde doğru iletişim yolları da var tabii, fakat geneli manipülatif öğelerle dolu tavsiyeler içeriyor. Verilen örneklerin çoğu da oldukça uç noktalarda. Aslında 100 sayfalık bir kitap, aynı şeylerin tekrarı ve örneklerin uzatılmasıyla birlikte 300 sayfaya doğru evrilmiş.
Başlarda bana bir şeyler katabileceğini düşündüm, sonrası ise hayal kırıklığı oldu. Bir bölümünde okuduğum bir cümle ile kitaptan soğumam pek hızlı oldu:
“Eğer bir yazar insanları sevmiyorsa, hiç kimse onun öykülerini beğenmez.”
İnsanları, ülkesini, yaşadıklarını ve daha birçok şeyi sevmeyen, nefret eden yazarlara haksızlık olmuş. Çünkü kitapları çok okunuyor. :) Thomas Bernhard mesela. Bayılırım. Onun gibi çok yazar var bu dünyada. Çoğu ismi duyulmuş, hâlâ okunan yazarlar.
Yazar insanlar ve iletişim konusunda fazla hadsiz tavsiyelerde bulunuyor. Yağcılığı sevmiyor ama bir insanla iyi geçinmenin yollarını anlatırken o hata yapsa bile övmemiz gerektiğinden bahsediyor. İş hayatında bile böyle bir şey mümkün değil. Daha çok eksikleri var ama bu kitaba bu kadar uzun inceleme yazmak diğer kitaplara hakaret olur.
2-) LİLİTH’İN DÖLÜ, OCTAVİA E. BUTLER
Bir senedir elime bilim kurgu klasiği almadığım için Lilith’in Dölü ilaç gibi geldi. Tek yan etkisi, kitabın sonunda neler olduğuna dair beni cevapsız bırakmasıydı. Yine de çok sevdiğim bir kitap oldu. Octavia E. Butler kaleminden çıkan bir eserle ilk tanışmam değil bu; yaklaşık iki sene önce “Yakın” sayesinde tanışmıştım yazarla. Onu da keyifle okumuştum.
Lilith’in Dölü tek bir kitap değil, üç ayrı kitaptan oluşuyor aslında: Xenogenesis Üçlemesi. Tek bir kitap şeklinde yayınlanmasını doğru buldum ve hepsini peş peşe okudum. Bu heyecanımın sebebi de devamında neler olduğunu merak ettiğim içindi. Ama her bir bölümde olaylar başka bir noktaya, bir üst mertebeye taşındığı için, o aralarda neler olduğunu bilmeden yeni yaşayışların ortasına düşmek biraz sersemletmesine rağmen, karakterlerin kalıcılığını koruyabilmesine sevindim.
Detaylara girmeden kitaptan bahsetmek istiyorum: İnsanlar sonunda yapacağını yaparak hem kendilerini hem de dünyayı yok etmeyi başarıyor, ama neredeyse. İnsanlardan çok değişik görünen ve farklı amaçlarla yaşayan uzaylılar ise ölüme doğru yaklaşan insanların bir kısmını ve dünyayı kurtarmayı başarıyor. Ama birkaç değişiklikle birlikte… Yani tüm bunların bir bedeli olmalıydı değil mi?
Uzaylılar takas eylemiyle bu evrende var olabilen canlılar; kurtardılar, çünkü insanlardan ve dünyadan alınması gerekenler vardı. Sizce yaşamak uğruna nelerden ödün verdik ya da vermek zorunda bırakıldık?
Lilith de kurtarılan bu insanlardan biri. Savaş öncesi hayatı, savaştan sonra yaşadıkları, uyku ve uyanıklık arasında gidip gelen yıllar, sonrasında tutsaklık derken bir gün uzaylılarla tanışma şerefine eriyor. Lilith’in Oankalilerle ilk karşılaşmasından çok etkilenmiştim. İnsanın yalnızlığı ve yabancıladığı bir ortamda aklını kaybetmeden yaşamaya gayret etmesi çarpıcı bir şekilde anlatılıyor. Oankaliler Lilith’i uzun zamandır gözlemliyorlar ve bu kadını insanların lideri olarak belirliyorlar. Lider olmasını gerektirecek bir planları var çünkü. Uyuyan diğer insanlar uyandırılarak yeniden şekillenen dünyaya gönderilecek ve orada takasın meyveleri alınacak. Peki insanlar kendi yaşayış biçimlerinden, hiyerarşik düzenlerinden kopup Oankalilerin tarafında mı olacak yoksa yerine koyamadıkları ve kendilerinden alınanlarla bir direnişçi gibi mi yaşayacaklar?İnsanlığın en büyük ikilemi buydu, kitap boyunca devam eden sorgulamalarla ilerledi hep.
Oankaliler kendi içerisinde farklı özelliklere sahip türlere ayrılıyor: Dişiler, erkekler ve Ooloiler. Ooli türünün bir cinsiyeti yok. Nötr bir görünümleri var. Barındırdıkları unsurlar ise her yönüyle dikkat çekici. Takası en iyi noktada sağlayan ve insanın vücudunda DNA’ya kadar her şeyi iyileştirebilecek ve değiştirebilecek bir güce sahipler. Bunlar sadece birkaç tanesi…
Oankalilerin yaşayış biçimleri, bütünüyle insanlardan çok farklı. Bir sürü çocuk yapıyorlar ve tüm eşler hep birlikte ebeveyn rolünü üstleniyor. Bunun gibi bambaşka şeylere sahipler. Hayatlarının belli dönemlerinde metamorfoz geçiriyorlar mesela. İnsanların doğasına her anlamda ters bir hayatı ellerinde bulunduruyorlar yani. Bu nedenlerle olsa gerek, insanlar uzaylılara karşı çelişkilerle dolu. Fakat ilgilerini de cezbediyor bu varlıklar.
Kitabın ilk bölümü en çok hoşuma giden kısımdı. Çünkü “insan-uzaylı” gibi ilk temas hikâyelerine bayılırım. Diğer bölümlerde ise Lilith’in çocukları devreye giriyor. Bunlar hakkında anlatacağım bir şey yok, sürprizleri bozmak istemem. Tüm bölümleri keyifle okudum tabii ki.
Bilim kurgu kitapları aklımıza gelmeyecek evrenlerde, hiç gidemeyeceğimiz yerlerde geçtiği halde bizim hikâyelerimizi anlatır. Burada uzaylıların yaşamına daha çok odaklanıldığı halde bile insan ana öğedir. Meraklı, sorgulayan, hiyerarşik düzene mâhkum insan topluluğu; ahlak, din, sosyal yaşam gibi etkenlerin arasında kayboluyor ama bir farkla: Bu kez hâkim olan onlar değil, başkaları.
3-) KAZKAFANIN KİTABI, YİYUN Lİ
Kazkafanın Kitabı son zamanlarda okuduğum en iyi kitaplardan biri oldu. Her bir bölümden sonra neler olacağını merak ettiğim için bir türlü elimden bırakmak istemedim. Okuma yolculuğumun dört gün sürmesinin sebebiyse altını çizdiğim cümlelerin bana yaşattığı hisler ve onları düşünmenin verdiği yoğunlukta kaybolmamdı. Romanı olduğu gibi beğendim, ama sonu daha uzatılabilirmiş. Ele alınan konular buna müsait çünkü. Yazarın dili ve anlatımı o kadar güzel ki, 300 sayfa yerine 500 sayfa da olsaymış okunurmuş yani.
Fransasız taşrasında, Saint-Remy köyünde yaşayan iki kızın hikâyesi ve daha fazlası; kızlardan biri, Agnes’in bakış açısıyla hayat buluyor kitap. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından 50’li yıllarda köy yaşamına hapsolmuş iki çocuğun arkadaşlık ilişkisi ana tema gibi görünse de derinlerde çok daha başka şeyler anlatılmak isteniyor aslında.
Agnes ailesininin en küçük üyesi ve sanki gerçekten de küçük. Ailesi onu görmüyor çünkü. Okula gidip gelen, evin işlerine koşan, itaatkâr bir kız. Tek eğlencesi Fabienne ile buluşmak. Fabienne’nin aile hayatı ise daha kötü: Babası alkolik, annesi ölüp gitmiş, abileri ise babanın yolundan gidiyor. O da çobanlık yapıyor, evdekilere hizmet ediyor. Okula da gidemiyor bu yüzden. Bir gün Fabienne’in aklına gelen bir fikir sayesinde kendilerine ait yeni bir şeyin peşinden gidiyorlar: Yazmak. Fabienne kurguluyor, Agnes kaleme alıyor. Ve tüm bunları daha eğlenceli ve ilginç kılmak için de eşini henüz kaybeden bir adamı kitap işlerine alet ediyorlar. Sonrasında olacaklar ise; kitap yazma oyunundan daha gerçek olaylara evriliyor ve dokunaklı satırlara dönüşüyor.
İki kızın arkadaşlık ilişkisinden ziyade burada anlatılan şey, kendilerini bütün dünyaya kapattıkları tutkulu bir bağları olması. Büyüme sancıları, varoluşlarının getirdiği sorgulamalar, hayallerle gerçeklerin çakışması, savaşın yarattığı vahim etkiler, köy ve şehir hayatlarının karşılaştırılması, modern insanla çiftlikte yaşayan insanın dünyaya bakışı ve kadınların tüm toplum çeşitlerinde mâhkum edildiği hazin son…
Köylü ya da şehirli olması fark etmiyor çünkü. Kadın her yerde kadın. Toplumun değişen dinamiklerine göre; ya evlenene kadar evine hizmet edecek ya da her zaman süs bebeği gibi olacak. Evlendikten sonra da kocasına ve doğuracağı çocuklara adayacak kendisini. Tabii doğum yaparken ölmezse, kocası bir savaşta ölmezse, oğlu savaşta çektikleri yüzünden ölmek üzere eve gelmezse, kızı onun gibi olmamak için kaçıp gitmediyse… Hep ihtimaller; tıpkı tahmin edilmesi imkânsız “hayat” gibi.
Eserde yaşananlar “her şey sıradanmış” gibi sunulduğu halde, kitaba tekinsiz ve büyülü bir atmosfer hâkim. Günlük hayatın bütün sıkıcılığında ve kısır döngülerde, hatta olağandışı durumlarda; her şeyde bir gizem var. Belki bu nedenle sayfaları çevirmeye karşı koyamadım. Merak ettiriyor; en klişe tabiri ile, sürükleyici ve akıcı çünkü.
“Yazmak” konusu işlendiği için daha başlarındayken heyecanlandım. İçimde bir parça var ve hep yazmak, üretmek istiyor çünkü. Bir gün yapabilir miyim bilmiyorum ama bu yönüyle benim için yeri ayrı kitaplardan oldu Kazkafanın Kitabı. Yiyun Li ile tanışmak güzeldi, darısı diğer kitaplarına. Ayrıca Nuray Önoğlu’nun da emeklerine sağlık: Çeviri mükemmeldi.
4-) AMRAS-WATTEN, THOMAS BERNHARD
Öfkenin, nefretin, ölümün ve karanlığın kollarına atıldım yine Bernhard ile birlikte. Yazardan okuduğum on ikinci kitap Amras-Watten, farklı yıllarda yazılmış iki ayrı eser aslında. Amras 1964’te, Watten. Bir Miras ise 1969 yılında yazılmış. Bu iki anlatı da yazarın erken dönem eserleri arasında bulunuyor.
Amras: İki erkek kardeşin içine düştükleri çukurda yaşadıkları ya da yaşamaya çalıştıkları anlatılıyor. Ebeveynlerini kaybeden ikili; dayılarının yardımıyla, daha çok dışlama diyebiliriz, bir kuleye yollanıyorlar. Toplumdan kopularak kendileriyle baş başa bırakılan kardeşlerin mücadelesini okudum yani. Aslında onlar da tıpkı ebeveynleri gibi bir nevi ölümü yaşıyorlar. Soyutlanmanın, ötekileştirilmenin gazabına çok erken yaşlarda tanık olmaları onları nasıl bir sona ya da başlangıça götürecek? İki kardeşin müzikle ve bilimle olan ilişkileri onları bu dışlanmanın kirinden arındırabilecek mi? Tahmin edilmesi güç, insanın yüreğinde derin yaralar açan bir anlatıydı.
Watten: Bu bir kart oyunu demek. Adı o kadar çok geçiyor ki, ilk olarak bunu belirtmek istedim.
Vahim bir olaydan ve ölümden sonra kendini kulübeye kapatarak izole olan doktor ile onu ziyarete gelen kamyoncu arasında geçenler, bu anlatıda buz dağının yalnızca görünen bir kısmı. İç içe geçen ve grift bir şekilde sunulan anlatı insanların doğası hakkında inanılmaz ve güçlü tespitlere sahip. İnsanlığın doğumundan ölümüne kadar başına gelenler hakkında çarpıcı hatlara sahip bir anlatı bu.
Bernhard’ın diline ve üslubuna alışık olduğum halde kitabı kısa bir sürede bitirmem mümkün olmadı. Yaklaşık altı gün sürdü. Kışın soğuk günlerinde onu okurken içimi daha da soğutması pek vurucu oldu. Beni böyle derinden etkileyen kitaplardan edebi anlamda daha çok haz alıyorum. Anlatılardan kısaca bahsettim, daha fazlasını yazara aşina olan okurlara tavsiye edebilirim ancak. Neden hikâye değil de anlatı diyorum peki? Çünkü monolog tarzında yazılmışlar. Belirli bir kurgu ve olay örgüsü yok. Kenarları ince hatlarla çizilmiş ama içi keskin cümlelerle dolu. Bu nedenlerle herkese hitap etmeyebilir, ama ben seviyorum.
O kasveti, acımasız gerçeklerden bahsetmesini, boğucu atmosferini, karanlığı, huzursuzluğun yoğunluğunu, varoluşsal sancıları… Hepsini yüreğimde hissederek okuyorum. İnsanların yalnızlığını onun kadar iyi anlatabilen bir yazar okumadım daha. Kitabın tamamının altını çizdim neredeyse. Çok etkilendim her birinden. Thomas Bernhard’ı ölüm yıl dönümünde okuyarak andım: İyi ki varmış, iyi ki yazmış. Yazarı okumaya başlamak isteyenlere otobiyografik beşlemesini önerebilirim.
5-) SHOGUN, JAMES CLAVELL
Shogun’u okuma yolculuğum harikaydı. İncelememe bu cümleyle başlamak istedim, çünkü her anlamda severek okuduğum bir kitap oldu. İkinci cildini de merak içerisinde bekliyorum: Çeviren Seda Hanım’ın X’te yayınladığı son bilgiye göre çok yakında bizlerle olacakmış.
On yedinci yüzyılın ilk günleri, bir gemi fırtınanın ortasında ve insanlar hayatta kalma mücadelesi verirken kendilerini hangi kıyıda bulacakları belirsiz… Japonya, yani onlara göre Japonistan denen yere gidiyorlarmış meğer. Hollandalı tayfalar ve İngiliz kılavuz kaptan öyle şeylere maruz kalıp, öyle ilginç olaylara tanık oluyorlar ki sanki zamanda bir yolculuğa çıkmışlar gibi nasıl bir evrene düştüklerini sorguluyorlar. İçine düştükleri bu medeniyetin her bir şeyi, o güne değin yaşadıkları topraklardan bambaşka şeyler sunuyor. Bu sunulanlar iyi mi kötü mü anlayamıyor insan… İnsanın bilmediği diyarlarda, dilini bilmediği insanlar arasında, farklı kültürler ve inanışların içinde bulunması çok değişik bir atmosfer barındırıyor bünyesinde.
Kitabın baş karakterlerinden biri de kılavuz kaptan olan Blackthorne. Japonlar ona Anjin-San diye hitap ediyor. Birçok karakterle dolu bu kitapta en çok bahsi geçen kişiden söz etmek istedim. Hollandalı tayfaların arasında bir İngiliz. Dünyada yapabilecekleri hakkında büyük hayalleri var; onları gerçekleştirip mütevazi aile hayatına geri dönmek istiyor. Ama evrenin onun için hayal ettiği şeyler bambaşka olacak.
Başlarda bir macera kitabı zannerek okudum. Fakat kurgunun içerisinde ilerledikçe siyasi entrikaların ortasında buldum kendimi. Tüm bunların üzerine karakterlerin iç çatışmalarına, düşüncelerine ve hayallerine şahit olmak psikolojik bir roman okuyormuşum gibiydi. Japonların kendi aralarında bir sürü sıkıntı ve çözülmesi gereken düğümler varken birdenbire ortaya çıkan barbarların yarattığı etkiler nasıl olacak, başlarına ne gelecek gibi sorularla doluydu kafam. Japonya’ya daha önceden gelmiş olan Hristiyanlardan Cizvit tarikatının din ve ticari faaliyetleri de söz konusu eserde. Hristiyan dünyasında da mezhep farklılığından dolayı olağan düşmanlıklar gelişmiş durumda. Fikir birliğinde değiller, kendi topraklarında savaş halindeler. Japonların hükmünde bile ayrı oluşlarını saklamıyorlar.
Eserden bu kadar zevk almamı da Japon klasiklerine borçluyum. Samuraylar, şogunluklar, kast sistemi, zen budizmi, kadın ve erkeklerin toplumdaki yerleri, inançları, insanların yaşayış şekilleri ve alışkanlıkları, geleneksel bir toplum oluşları, ataerkil aile yönetimleri ve çok daha fazlası… Her şeyi bu kitaplardan öğrendim. Öğrendiklerim her anlamda yararlı oldu. Japon edebiyatına ilgimin beni Shogun’a sürükleyeceğini bilemezdim. Yazar Japon değil ama onlardan biriymiş gibi sanki. Bir zamanlar Japonların eline düşüp esirleri olmuş. Belki de tüm bunlar sayesinde onları çok iyi anlatıyor. Eserde bahsi geçen zamanın, günümüzden çok uzun zaman önce yaşanmış olmasına rağmen hemen kapılıp gidiyor insan. İçerisinde bolca tarihi bilgi mevcut. Tarihle edebiyatın buluştuğu nadide parçalardan biri Shogun.
Kitap uyarlamalarını henüz kitabı okumadan izleyemem kesinlikle, bu nedenle ikinci cildi de okuduktan sonra başlayacağım diziye. Çok merak ediyorum. Çok beğenilmişti çünkü. Bu arada Blackthorne ve tayfaları Japon yemeklerine burun kıvırırken benim mahvolmam… Orada olsam hepsini yerdim çünkü. :) Şu satırları yazarken oruçlu olmam peki?
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sorular, öneriler ve görüşleriniz için buralardayım:
Fotoğraflar bana aittir.
Yorum Bırakın