Yüzyıllık Yalnızlık: Bir Ailenin Kaderinde Kolombiya ve İnsanlık Tarihini Okumak

Yüzyıllık Yalnızlık: Bir Ailenin Kaderinde Kolombiya ve İnsanlık Tarihini Okumak
  • 3
    0
    0
    0
  • Gabriel Garcia Marquez'in başyapıtı Yüzyıllık Yalnızlık, hem Kolombiya'nın özel tarihini hem de evrensel insanlık durumunu aynı anda anlatan çok katmanlı bir eser. Netflix'e dizisi geldiğinde senelerdir kitaplığımda okunmayı bekleyen bu romanı, dizisini izlemeden okuyup bitirmeye karar verip elime aldım. Kitabı bir ailenin hayat hikayesi gibi okuyabilirsiniz ama bu çok yüzeyde kalan bir okuma olacaktır. Biraz derin bir bakış açısıyla satırlardan biraz uzaklaşıp Marquez'in yarattığı evreni gördüğünüzde ve satır aralarını ve ustalıkla kullandığı sembolleri okuduğunuzda eser katman katman açılıyor ve gittikçe derine iniyorsunuz. Bu eser, oldukça zekice işlenmiş mitlere ve kolektif hafızaya dair derin bir alegori barındırıyor içinde. Ne kadar kaçınsam da bu yazı spoiler içerecektir elbet ama bu tür romanlar bir polisiye türünde değil, dolayısıyla bu bence bir sorun olmaktan çok uzak kalacaktır. Belki fark etmediğiniz noktalara ışık tutmayı ve açıkçası daha çok kendime not olarak bu eseri asla unutmamayı umarak bu yazıyı yazmak istedim. 

    Yapay zekaya (Dall E) tarafımca çizdirilmiştir.

    Bir yükseliş var, sonra bir altın çağ, ardından yozlaşma ve en sonunda kaçınılmaz bir çöküş.

    Kitap, Macondo’nun kuruluşu ile başlıyor ve ardında büyüme, dış dünyayla temas ve nihayetinde çöküş; insanlık tarihindeki büyük dönüşümleri simgeliyor en genel anlamda.  En genel hatlarıyla bunları bende uyandırdığı ve çağrışım yaptığı şekilde gruplandırarak ele almaya çalıştım, sanırım bu şekilde anlatması daha kolay olacaktır d,ye umuyorum.

    Macondo'nun Kuruluşu: İlk Çağ – İlkel Zamanlar ve Bilginin Keşfi:

    "Dünya Öylesine Yeniydi ki Pek Çok Şeyin Adı Yoktu"

    En başta her şeyin isimsiz olması ve insanların nesneleri işaret ederek anlatması, adeta insanlığın en erken dönemlerine, dilin ve bilginin olmadığı zamana bir gönderme, her şeyin yeni olduğu ve bilgiye duyulan açlığın yüksek olduğu bir dönem. Márquez, İncil’den Adem ile Havva’yı anımsatan José Arcadio Buendía ve Ursula'yı yoğunlukla ele alıyor. İsim verme kısmı İncil’deki Adem’in hayvanlara isim vermesini andırıyor. Ayrıca José Arcadio Buendía’nın icatlara ve keşiflere duyduğu büyük ilgiye bu kısımda tanık oluyoruz.  José Arcadio Buendía ve Ursula, tıpkı Adem ve Havva gibi, yeni bir dünya kuran ilk çift olarak gösteriliyor. 

    Macondu'nun Büyümesi: Keşifler ve Yerleşik Hayata Geçiş:

    “Dünya yuvarlak tıpkı bir portakal gibi”

    Macondo’nun kuruluşu, uzun süren yolculukların sonunda göçebe hayatın sona erip yerleşik hayata geçişi simgeliyor adeta (Neolitik Devrim). İnsanlar Macondo'yu inşa ettikten sonra tarım yapıyor, köyde yaşayan aileler çoğalıyor. Çingenelerin getirdiği icatlar ve Jose Arcadio Buendia’nın bilimsel merakı, medeniyetin ilerlemesine vurgu yapıyor. Jose Arcadio Buendia'nın düşüncelere dalarak söylediği dünyanın bir portakalın yuvarlaklığıne benzemesi sözü, Antik Yunan’da Pisagor’un dünyanın küresel olduğu fikrinden Kopernik devrimine kadar uzanan keşifleri hatırlatır. José Arcadio Buendía’nın bu sözü, bilimsel merakın ve cehaletin iç içe geçtiği bir anı temsil ediyor sanki. Aynı zamanda Marquez'in köyün büyümesini anlattığı bölümlerde tasvir ettiği Macondo ve köyün izole edilmişliği, ilk insan topluluklarının "cennet bahçesi" mitine çok benzemiyor mu? Burada bir "Altın Çağ"ın yaşanışına tanıklık ediyoruz adeta. Ve nihayet geçen zamanla Macondo’ya gelen Çingeneler (Melquíades), Kızılderililer ve yabancılar, medeniyetlerin karşılaşmasını temsil ediyor.

    Macondo'nun Yozlaşması: Dış Dünyayla Temas, Sömürgeciliğin ve Dış Etkilerin Başlaması, Yargıç Apolinar Moscote ile Devlet ve Düzenin Gelişi, İç Savaşlar, Muhafazakarlar ve Liberaller

    Her yıl gelen Çingenelerin dışında, Macondo’ya gelmeye başlayan Avrupalılar, ardından Amerikalılar neticesinde Macondo'nun dış dünyayla teması artıyor. Bununla birlikte farklı kültürler ve hastalıklar (uykusuzluk salgını gibi) yayılmaya başlıyor. Bu, Latin Amerika'nın, daha da özelinde Kolombiya'nın sömürgecilik dönemini ve Avrupalıların Amerika’ya gelişini temsil ediyor. Hastalıkların, bilinmeyen insanların getirdiği bir felaket gibi yayılması da tarihte yaşanmış pek çok gerçek olaya atıf yapıyor. Burada bir parantez açıp bir katman daha açarak daha derine inelim.

    Uykusuzluk salgını, tarihin unutulması ve kolektif hafızanın silinmesi metaforudur; kültürel hafızanın yok oluşuna bir gönderme gibi de ele alabiliriz. Daha da ardında Márquez bize şunu hatırlatır: "Kimliğini kaybeden toplumlar, köklerinden kopar". Yerli kültürlerin yok edilmesi, tarihin çarpıtılması tam da bu unutuşla bağlantılıdır.

    Ardından Moscote ile devletlerin kuruluşu ve evlerin beyaza boyanması ile başlayan bir dizi yasalarla düzenin kurulmasına geliyoruz. Moscote'den önce Macondo'nun kendi düzeni içinde köylüler sorunsuz yaşıyorlar, bir tür özgür ve anarşik düzen hakim. Moscote ile birlikte önceden kimseyi ilgilendirmeyen şeyler (evlerin renginden başlayarak ki bu özel hayata dayapılan bir müdahalenin temsili) birdenbire yasalarla sınırlandırılmaya başlanıyor. Tırnak içerisinde "medeniyet"in kuruluşunun getirdiği bir otoritenin yükselişini okuyoruz. Márquez, bu süreci ironik ve eleştirel bir dille anlatır: Yargıç’ın getirdiği düzen, Macondo’nun masumiyetini bozar. Bu, modern devletin doğasına yapılan açık bir eleştiri gibidir. 

    Dolayısıyla bu gelişmelerden sonra liberaller ve muhafazakarlar olarak iki ayrı kutup ve kutuplaşan insanları anlatıyor bize Marquez. Albay Aureliano Buendía’nın yenildiği savaşları (32 adet diye geçer romanda), tarihsel anlamda Latin Amerika’daki iç savaşların (Kolombiya’daki Bin Gün Savaşı gibi) yansıtılmasıdır ve bu savaşların anlamsızca tekrarlanması, tarihin döngüselliğini gösterir. Öyle ki Albay Aureliano Buendía, neden savaştığını bile unuttuğu bir noktaya gelir ve savaşların anlamsızlığını fark ettiğinde de kendini dış dünyadan izole eder; zaten beraber savaştığı insanlar da iki kutup arasında gidip gelmiştir. Zaten Aureliano, devrimi kazansa bile ne yapacağını bilmez; çünkü asıl sorun, sistemin kendisidir. Ve Márquez, albayın karakterinde siyasi ideolojilerin insanı nasıl tükettiğini de gösterir.

    Bir yandan romanda sıklıkla üzerinde durulan konulardan biri de din - bilim ikililiği ya da çatışması. Peder Nicanor’un mucizevi "havaya yükselme" sahnesi, özellikle Orta Çağ’da kilisenin ve skolastik düşüncenin siyasette ve dolayısıyla insan hayatındaki rolüne bir göndermedir; dinin iktidarla ilişkisini eleştirir Marquez. Halkı kontrol etmek için "mucizelere" ihtiyaç vardır. Aydınlanma’nın rasyonalizmi ile mitin büyüsü arasındaki gerilimi Marquez çok net göstergeler ve olaylarla işlemiş. José Arcadio Buendía’nın bilim tutkusu, merakı, keşifleri, Melquíades’in gizemli el yazmaları, rahip Nicanor’un din dayatması gibi olguların karşısında Macondo’nun dış dünyayla bağlantısının artması sonucunda, önce tren yolunun inşası ile başlayan süreç (tıpkı tarihteki bilimsel ve teknolojik gelişmeler kronolojisini takip ederek) telefon ve elektriğin gelişi ve sanayileşme. Sanayi Devrimi’nin insanı doğadan koparması ile başlayan "ilerleme" süreci, kaçınılmaz olarak yabancılaşma ve ve nihayetinde kapitalizmin kasabaya girişi ile birlikte yıkımı getirir. Muhteşem bir anlatım ve eleştiri!

    Macondo'nun Çöküşü: Muz Şirketi, Albayın 17 Çocuğu, Dinmeyen Yağmur, Kehanetler ve Kasırga

    Muz şirketinin gelişiyle, kasaba hızla kapitalist bir merkeze dönüşüyor. Macondo’ya başta refah getireceğinin sanılması ama neticede köyün ruhunun yok edilmesi ile çöküş de başlıyor. Fruit Company adındaki muz şirketinin kurulmasıyla birlikte, sömürgecilik daha derin bir hâl alıyor. Sanırım bu kitaptaki en açık alegori; Macondo’ya gelen muz şirketi, ABD emperyalizmini simgeliyor. Katliam sahnesi (3000 kişinin topluca katledilmesi ve ardından unutturulması), Latin Amerika’daki baskı rejimlerini ve tarihin nasıl silindiğini gösterir. Bu, insanlık tarihindeki sömürü mekanizmalarının evrensel bir yansıması olduğu gibi Marquez, tarihi sadece kazananların ve güçlülerin yazdığını da birçok yerde vurgular. 

    Burada tarihsel bir gerçeklik için kocaman bir parantez açalım: 20. yüzyıl başlarında ABD merkezli United Fruit Company (UFCO), Orta Amerika ve Karayipler'de muz plantasyonları kurarak ekonomik ve siyasi bir imparatorluk haline geldi. Kolombiya'da Santa Marta bölgesi ana üslerindendi. Kolombiya'nın Ciénaga kentindeki UFCO işçileri, asgari ücret, sağlık hizmetleri ve iş koşullarının iyileştirilmesi için greve gitti. UFCO'nun baskısıyla dönemin Muhafazakar hükümeti, grevi "komünist ayaklanma" olarak nitelendirdi ve orduyu gönderdi. 5-6 Aralık 1928'de askerler, grevci işçilerin üzerine ateş açtı. Resmi kayıtlarda 47 ölü denilse de, gerçek rakamın 1.000-3.000 arası olduğu iddia edilir. Cesetler toplu mezarlara atıldıüı belirtilmektedir. Olay, UFCO ve Kolombiya hükümeti tarafından sistematik olarak örtbas edilmiş ve gazetelerde de "birkaç asi öldürüldü" şeklinde yazılmıştır. Márquez ise bu olayı büyükannesinden dinlemiş ve olay, onun çocukluğunun geçtiği Aracataca'ya yakın bir bölgede yaşanmış. Kendisi 1950'lerde gazeteciyken katliamın izlerini araştırmış ve resmi belgelerin yalan söylediğini fark ederek romanında tarihi romanında yeniden yazmıştır. Bu katliam ise Kolombiya'da ancak 2000'lerde resmi olarak tanınmış ve Ciénaga'da bir anıt dikilmiştir. Márquez'in dediği gibi: "Benim yazdığım gerçeklik, resmi tarihin anlatmadığıdır."

    Tim Buendia, Aracataca, The house of the Telegraphist

    Bu noktadan sonra artık yedi kuşaklık bu ailede, Macondo'nun kuruluşunda resmedilen refah, mutluluk, huzur görülmez. Karakterler kendi iç çelişkileriyle yaşamaya başlar ve kendilerini izole ederler, tarih kendisini tekerrür eder ve çürüme ve yozlaşma geri dönülmez bir hal alır. Bana Ana Tanrıçayı andıran Ursula Iguarán, romanın merkezindeki kadın figür, aileyi bir arada tutar ve Macondo’nun çöküşünü geciktirir ama Muz Şirketi olayından sonra 5 yıl boyunca yağan aralıksız yağmurlardan sonra onun da ölmesiyel çöküş hızlanır. 

    Latin Amerika'nın parçalanmış kimliğini Marquez yine albay üzerinden anlatır; Albay Aureliano Buendía'nın 17 oğlunun olması Latin Amerika'daki (Meksika dahil) 17 bağımsız ülkeyi ve bu pğlanların farklı yerlere dağılmış olması Latin Amerika'nın bölünmüşlüğünü temsil ediyor gibidir. Politik anlamda ise "17 vatansever" kavramı, Latin Amerika'da emperyalizm karşıtı direnişlerde ölen devrimciler için kullanılan bir semboldür. Bir nokta daha var ki burası da beni benden alan sembolik anlatımlardan biriydi; Hıristiyanlık'ta 17 sayısı önemlidir; İncil’de 17, ruhsal tamamlanma ve kaos arasındaki sınırı simgeler. Aureliano'nun oğullarının ölümü ile, Marquez artık Macondo'nun çöküşünü kesinleştirmiş ve bu sürece hız kazandırmıştır. Peki neden alınlarına kül ile haç işareti işlenmiştir diey düşündüm okurken ve biraz araştırınca Katolik litürjisinde Kül Çarşambası (Büyük Perhiz'in başlangıcı) diye bilinen bir şey varmış; rahibin alna külle haç işareti çizerek "Topraktan geldin, toprağa döneceksin" denmekteymiş ve bu da ölümlülüğün ve günahın sembolüymüş. Peder, albayın 17 oğlunun alnına bu işareti çizerek ve bu işareti oğlanlar ne kadar yıkasa da çıkaramayarak Marquez pedere, albayın oğullarının kaderlerini işaretlettirdiği gibi kaderin ya da alın yazısının silinemez olduğunu da söylemiş oluyordu sanırım. Ve neden alınları derseniz yine politik bir gönderme yapıyor Marquez; 1948-1958 arasıındaki liberal-muhafazakar çatışmalarında alınlarından vurulan kurbanlar gerçek bir olguymuş. 

    Romanın sonunda son Buendía çocuğunun domuz kuyruğuyla doğuyor ve Macondo, doğa tarafından geri alınıyor ve yedi kuşaklık aile bir daha yeryüzüne dönmemecesine bir kasırga ile siliniyor. İnsanlık tarihindeki büyük yıkımlara, tufan mitlerine bir gönderme var burada da yapmurda olduğu gibi. Aynı zamanda doğanın insan yapımı her şeyi aşan bir gücü olduğunu ve sonunda insanın doğaya karşı koyamayacağını da hatırlatıyor Marquez. Yokoluştan önce Melquíades’in kehanetini Aureliano Babilonia çözüp okuyor ve her şeyin başından beri yazılı olduğu, kaderin değiştirilemez olduğu ortaya çıkıyor.

    Daniel Mendez Moran, Aracataca train station, one of the literary settings of Gabriel Garcia Márquez's novel.

    İsimler Neden Tekrar Ediyor?;

    Aureliano (içe dönük, düşünceli ve trajik) ve José Arcadio (dışa dönük, tutkulu ve yıkıcı) isimlerinin nesiller boyu tekrarı, aile üyelerinin benzer karakterlerini (iki isim aralarında yin ve yang gibi düşününce) ve kaderlerini vurgular; bununla Marquez, nesiller boyu süren genetik miras ve aktarımı anlatmış olabilir.

    Melquiades Hakkında;

    Kader, bilgi ve zamanın doğasına dair derin sorgulamalar, rasyonel ve mistiğin iç içe geçmiş hali ile Hermes Trismegistus'a atıf yapar gibi romanın en ilgi çekici karakterlerinin başında gelir bence. Tarih öncesi bir karakter; Sanskritçe, Latince ve bilinmeyen dillerde konuşur. Onun sayısız ölümü ve sayısız dirilişi, tarihin sonsuz tekrarını yansıtır gibi adeta. Melquíades aslında insanlık tarihinin tekrar ettiğini anlıyor ve zamanın da döngüsel olduğunu belirtiyor. İncil'deki Kral Melchizedek ile bağ kurulabilir mi ayrı bir araştırma konusu olabilirdi bu da.

    Domuz kuyruğu hakkında;

    Romanın ortalarında bir ara vermek durumunda hissetmiştim kendimi bunun sebebi de romanda döngüler halinde tekrarlanan ensest olayıydı. Romanda ensest kavramının yasak ve günah olduğu açık. Tıpkı Adem ve Havva’nın Bilgi Ağacı’ndan yasak meyveyi yemesi gibi ensestin bir lanet getireceğine inanılıyor ama ensest yasağı çiğneniyor. Burada Ursula'nın, “Domuz kuyruğu olan bir çocuk doğacak” korkusu, yasak meyvenin yenmesinden sonra ölüm ve acıyla lanetlenmesine benziyor; bir yandan da insanlığın doğuşu ve yok oluşunu da simgeliyor da olabilir. Ursula’nın domuz kuyruklu çocuk korkusu, "ilk günah"ın yansıması gibi olabilir. Her iki durumda da, başlangıçtaki bir "günah", sonraki nesillerin kaderini belirlediğini romanın sonunda görüyoruz. 

    Bunu da merak ettim evet neden domuz kuyruğu diye ve kısa bir araştırma yaptım. Katolik Kilisesi’nin ensesti "günah" olarak yasaklamasının Latin Amerika'da yerli halkın doğaüstüne dair inançlarıyla birleşerek bu tür folklorik motifleri beslediği görüşü hakimmiş. Aynı zamanda bilindiği üzere domuz, Hristiyan kültüründe ve birçok dinde genellikle "pis" veya "şeytani" bir sembol olarak görülür. Orta Çağda ise özellikle sanatta günaha ve yozlaşmaya işaret ediyormuş. Bunun yanında Latin Amerika’nın bazı yerel efsanelerinde, ensest veya günah işleyen kişiler hayvana dönüşür ve özellikle Kolombiya ve Karayip kültürlerinde domuz, zaman zaman açgözlülük, sefalet ve yozlaşmayla ilişkilendirilirmiş.

    Şöyle ki romanın mitsel bağlamda iskeletini kabaca çıkarabiliriz sanırım;

    Macondo’nun kuruluşu = Yeni bir cennet
    Ensest ve lanet = Yasak meyve ve ilk günah
    Döngüsellik = İnsanlığın hatalarını tekrar etmesi
    Bilginin laneti = Bilgi ağacı ve kovuluş
    Sonun kaçınılmaz olması = Kıyamet, tufan ve kehanet

    Fazlasıyla uzun oldu ama bu eser, yedi kuşaklık bir ailenin öyküsü işte diye okunup geçilemeyecek, geçilmemesi gereken bir eser. Özellikle romanın ilk yarısında Macondo'nun ve aile üyelerinin tasviri öyle güzel ki gözünüzde canlanması için çaba sarf etmeden kendiniz Macondo'nun içinde buluveriyorsunuz ve Ursula Ve Jose Arcadio Buendia verandada koşturur ya da Jose Arcadio işliğinde çalışırken dışarıdan canlı canlı olayın içindeymişçesine onları izliyor gibi oluyorsunuz. Tadı damağımda kaldı sözün kısası. Bir daha bir romandan bu kadar keyif alabilir miyim göreceğiz. ama zor gibi görünüyor.

    Sabredip okuduysanız teşekkür ederim...

    Sevgiler,

    2025, Ege Yalçınkaya.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.