Yeraltı Edebiyatının Kökenleri: Bukowski ve Fante’nin Arasındaki Çizgi

Yeraltı Edebiyatının Kökenleri: Bukowski ve Fante’nin Arasındaki Çizgi
  • 5
    0
    0
    0
  • 1. Yeraltı Edebiyatı Nedir?

    Yeraltı edebiyatı, ana akımın gölgesinde doğan, toplumun bastırdığı sesleri kelimelere döken, marjinal ruhların barınağı olan bir edebiyat damarını temsil eder. Resmiyetin, kabullerin, ahlakın ve düzene dair her şeyin karşısında duran bu tür, yalnızca bir yazın biçimi değil; aynı zamanda bir yaşam felsefesidir. Yeraltı edebiyatı, sokakta yatan adamın suskunluğunu, bar tezgâhına eğilen bir kadının yorgunluğunu, beş parasız bir yazarın sigara dumanındaki çaresizliğini anlatır. Süslenmiş cümlelere, akademik terimlere ya da edebi oyunlara ihtiyaç duymaz. Gerçeği olduğu gibi, ham ve kanlı haliyle sunar.

    1950’lerden sonra özellikle Amerika’da gelişen bu anlayış, Beat Kuşağı ile birlikte ivme kazanmış gibi görünse de, özünde çok daha köklüdür. Yeraltı edebiyatı; sisteme uyum sağlayamayan bireylerin çığlığıdır. Bu çığlık kimi zaman bir alkol şişesinde, kimi zaman kiralık bir odanın rutubetli duvarında yankılanır. Sosyal normlara uyamayan, toplum tarafından dışlanmış ya da kendi isteğiyle o dünyanın dışında kalmayı tercih eden karakterlerin yaşamlarına ışık tutar.

    Bu edebiyatın temel yapı taşları arasında toplumdan kopuş, bireysel isyan, ahlaki çöküntü, yabancılaşma, cinsellik, yoksulluk, bağımlılıklar ve ölümle flört eden bir yaşam biçimi yer alır. Ana karakterler genellikle antikahramanlardır; ne kurtarıcıdırlar, ne de kurtulmak isterler. Hikâyeler gerçek hayat kadar kaotik, tutarsız ve kirli olabilir. Ve tam da bu yüzden bu kadar “gerçek”tir.

    Yeraltı edebiyatı, yalnızca içeriğiyle değil, diliyle de aykırıdır. Süslü anlatımlardan kaçınır, doğrudan konuşur. Okuyucunun yüzüne tokat gibi çarpan cümleleriyle, okuru rahatsız etmeyi, huzursuz etmeyi amaçlar. Çünkü bu edebiyat, hayatın kendisini sterilize etmeden gösterme iddiasındadır. Ne yaşam güzellenir, ne karakterler kutsanır. Her şey olduğu gibi, çürük yanlarıyla birlikte sunulur.

    Yeraltı edebiyatı bir tür “otobiyografik samimiyet” içerir. Yazarlar çoğunlukla kendi yaşadıkları dünyaları, deneyimledikleri yıkımları anlatırlar. İşte tam bu noktada John Fante ve Charles Bukowski devreye girer. İki adam da kendi gerçekliklerini yazının merkezine yerleştirir; biri içsel sessizliklerle, diğeri dışavurumcu bir öfkeyle. Yeraltı edebiyatının izini sürmek, bu iki ismin izini sürmek demektir.

    2. John Fante: Sessiz Bir Patlama

    John Fante, Amerikan edebiyatında adı çoğu zaman geç fark edilen ama derin izler bırakan bir figürdür. Onun kalemi, çığlık atmak yerine dişlerini sıkarak acısını içeri çeken bir karakterin izlerini taşır. Fante, bağırmaz; sızlanmaz. O, sokaklarda değil, kendi içinde kavga eden bir adamdır. Ve bu içsel çatışmanın en güçlü yankılarını edebiyatın alt katlarında duyurur. Sessizdir, ama o sessizlikte patlamaya hazır bir öfke, kırılmış bir gurur ve az sonra kendini yok edecek kadar güçlü bir umut saklıdır.

    1910 yılında Colorado’da, İtalyan göçmeni bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Fante’nin hayatı, sınıf çatışmalarının, inanç ikilemlerinin ve aidiyet problemlerinin içinde şekillendi. Katolik bir ailede büyümesi, onun eserlerine hem bir suçluluk duygusu hem de Tanrı’yla sürekli bir hesaplaşma hali kattı. Bu hesaplaşma; karakterlerinin içine çöreklenen utanç, kıskançlık, arzu ve kendinden nefret gibi duygularla şekillendi. Fante’nin anlatısı, Amerikan rüyasının altını oyan, “başarısızlığın edebiyatı”nı yazan bir damarın habercisiydi.

    En bilinen romanı “Ask the Dust” (Toza Sor)”, edebi anlamda Fante’nin imzası niteliğindedir. Romanın başkarakteri Arturo Bandini, tıpkı Fante gibi yazar olmak isteyen, yoksullukla boğuşan, bir yandan gururu bir yandan sevdikleriyle baş etmeye çalışan bir figürdür. Bandini’nin gözünden anlatılan hikâyede, Los Angeles’ın kirli sokaklarıyla Bandini’nin iç dünyası arasında bir paralellik kurulur. Şehir ne kadar çoraksa, ruhu da o kadar çatlamıştır. Kadınlara karşı duyduğu arzu, aynı zamanda bir aşağılama biçimidir. Sevmeyi bile beceremez çünkü kendini sevemez. Bu yönüyle Fante’nin karakterleri, modern insanın kırılganlığını, yetersizliğini ve çoğu zaman nefrete dönüşen sevgisini temsil eder.

    Fante’nin üslubu yalındır ama ruhludur. Kelimeler parlatılmaz, süslenmez; neyse o bırakılır metne. Diyaloglar doğrudandır, karakterlerin iç sesi çoğu zaman metnin en etkileyici kısmını oluşturur. Dış dünya ile iç dünya arasında sıkışmış bireyleri anlatırken kullandığı samimiyet, yeraltı edebiyatının temel yapı taşlarından birini oluşturur.

    Ne var ki Fante, yaşadığı dönemde hak ettiği ilgiyi göremedi. Uzun yıllar boyunca ismi unutulmuştu. Ta ki, Charles Bukowski onun adını tekrar diriltip, “Fante benim tanrım.” diyene kadar. Bu cümle, yalnızca bir hayranlık ifadesi değil, aynı zamanda bir mirasın kabulüydü. Fante, yeraltının tohumlarını ekti; Bukowski o toprakları kanla suladı.

    John Fante, içsel krizleri dış dünyaya haykırmayan, ama o krizleri damar damar metinlerine işleyen bir yazardı. Onun patlaması sessizdi, çünkü çöküşün kendisi bir çığlıktan daha gerçekti. Yeraltı edebiyatının ilk kıpırtılarını anlamak için önce bu sessizliği dinlemek gerekir.

    3. Charles Bukowski: Ayakta Küfreden Bir Alkolik

    Charles Bukowski, edebiyat dünyasına bir lanet gibi çöktü. Ne kabul edilmeye niyeti vardı ne de beğenilmeye. O, yazarak yaşadı; yaşadıkça battı ve battıkça daha büyük bir inatla yazdı. Yalnızlığı kutsamadı, alkolle kutsal bir ayin gibi yaşadı onu. İnsanlardan nefret ettiğini söyledi ama her satırı insan acısına duyduğu karşı konulmaz yakınlıkla doluydu. Bukowski’nin edebiyatı, bir sokak köpeğinin dişlerini göstererek gülümsemesi gibiydi; tehditkâr, tedirgin ve içten içe acı dolu.

    1920 yılında Almanya’da doğan Bukowski, çocuk yaşta ailesiyle birlikte Amerika’ya göç etti. Los Angeles’ın kenar mahallelerinde, yoksulluğun ve şiddetin içinde büyüdü. Babası tarafından dövüldü, akranları tarafından dışlandı, sivilcelerle kaplı yüzüyle uzun yıllar aynaya bile bakamadı. Bu çürümüş çocukluk, onun yazılarına ömür boyu sinen bir nefretin mayasıydı. Yıllarca postanede çalıştı; nefret ettiği her sabah tekrar uyanmak zorunda kaldı. Ve işte tam da orada, yani en sıradanın içinde, en lanetli olanın varlığını edebiyata dönüştürdü.

    Bukowski’nin anlatılarındaki başkarakter genellikle Henry Chinaski’dir – onun alter egosu. Chinaski; alkolik, kadavraları andıran bir cesaretle yaşayan, kadınlarla başarısız ilişkiler kuran, insanlardan uzak durmaya çalışan ama kalabalıkların içinden yazmaya devam eden bir adamdır. “Postane”, “Pis Moruğun Notları”, “Kadınlar” gibi romanlarında Chinaski’nin hayatını okuruz; ama bu sadece karakterin değil, Bukowski’nin de kanla yazdığı kendi geçmişidir.

    Onun dilinde hiçbir şey filtrelenmez. Seks, içki, kavga, kusmuk, işsizlik, depresyon, sokaklar, ucuz oteller ve yıpranmış kadınlar: Bunlar onun kelime dağarcığının kutsal taşlarıydı. Cümlelerinde parıltı yoktur, süs yoktur, edebi oyunlar hiç yoktur. Ama tam da bu sadelik, bu çıplaklık, Bukowski’yi edebiyatın en hakiki seslerinden biri hâline getirdi. O, gerçekliğe saygı duymak yerine, onu tekmeleyerek konuşmayı tercih etti. Çünkü onun dünyasında nezaket bir yalandı, umut bir lanetti.

    Charles Bukowski yalnızca bir yazar değil, bir varoluş biçimiydi. O, yeraltı edebiyatını edebiyatın yer üstüne taşıyan bir taşıyıcıydı adeta. Tüm sistemlere, sanat çevrelerine, toplumsal normlara ve edebi beklentilere karşı duran bu adam, edebiyatı masa başından alıp bar köşelerine, otel odalarına, soyulmuş makinelerin ardına taşıdı. Ve bunu yaparken hiçbir zaman affedilmek istemedi.

    Yazı onun için terapi değil, bir tür intihardı. Her yazış bir parçayı öldürüyordu içinde ama o ölmeyi seviyordu. İçmeyi sevdiği kadar, yalnızlığı sevdiği kadar. Bukowski, öfkesini içe çekmeyen, kusarak yaşayan bir adamdı. Ve işte bu yüzden, John Fante’nin sessiz patlamasından sonra gelen bu küfürlü çöküş, yeraltı edebiyatının bağıran sesiydi.

    4. Fante’nin Gölgesinde Yetişen Bir Bukowski

    Charles Bukowski’nin edebiyatla kurduğu ilişki, rastgele bir tutku değil; bir saplantının, bir arayışın ve nihayetinde bir karşılaşmanın sonucuydu. Bu karşılaşma, bir kütüphanede, tozlu rafların arasında gerçekleşti. Bukowski, henüz kendi sesini bulamamışken, Fante’nin “Ask the Dust” kitabına rastladı. O anı yıllar sonra şöyle anlatacaktı:
    “Fante benim tanrımdı. Ve o kitap, beni darmadağın etti.”

    Fante’nin kelimelerinde Bukowski kendini buldu. Sanki kendi iç dünyasını başkasının kaleminden okumuş gibiydi. Arturo Bandini, Henry Chinaski’den önce gelen, ama onun ruhunu çoktan taşıyan bir karakterdi. Bandini’nin hayal kırıklıkları, annesine olan uzak sevgisi, Tanrı’yla kurduğu o çatışmalı ilişki, yazı yazma arzusu ve her şeye rağmen ayakta kalma çabası – hepsi Bukowski’nin içindeki katmanları bir bir ortaya çıkardı. Fante, Bukowski’nin yazabileceğini fark ettiği ilk yankıydı.

    Ama aralarındaki fark, yöntemlerindeydi. Fante içe dönüktü; sessizliğiyle konuşuyordu. Onun metinlerinde acı, tıpkı eski bir yara gibi zamanla kabuk bağlamıştı. Bukowski ise o yarayı sürekli kaşıdı. Fante’nin Bandini’si düşlerini kaybederken yavaşça yıkılırdı; Chinaski ise kendi kendini aşağıya çekip her defasında orada biraz daha kalmayı seçerdi. Fante, hayal kırıklığını zarif cümlelerle örerken, Bukowski onu küfürle, alkolle ve öfkeyle suratımıza çarpardı.

    Yine de Bukowski, Fante’ye olan hayranlığını hiçbir zaman gizlemedi. “Ask the Dust” kitabını defalarca okudu. Fante’nin uzun süre boyunca unutulmuşluğunu tersine çevirdi. Onu tekrar edebiyat sahnesine çıkardı. Fante’nin ölümünden kısa bir süre önce onunla tanıştı. Fante o dönemde diyabet yüzünden körleşmeye başlamıştı. Bukowski ona, tekrar yayımlanması için Black Sparrow Press aracılığıyla destek verdi. Yazılarının yaşamasını sağladı. Bu, Bukowski'nin bir tanrıya ettiği en büyük saygıydı: Onu ölümsüz kılmak.

    Fante’nin yeraltı edebiyatında açtığı yol, Bukowski tarafından bir otoyola dönüştürüldü. Fante’nin ruhsal kaosu, Bukowski’de sosyal bir çürümeye dönüştü. Biri hayatı içselleştirerek anlatırken, diğeri kusarak, bağırarak, dövüşerek yazdı. Fakat ikisi de sistemin dışındaydı, toplumun istemediği insanlardı. Ve işte bu yüzden, aralarındaki çizgi; bir nesil farkı değil, bir anlatı biçiminin evrimidir.

    Fante, yeraltının ilk ayak sesiydi. Bukowski, o sesin yankıya dönüşmüş hâli.

    5. Aralarındaki Çizgi: Öfke mi, Acı mı?

    John Fante ile Charles Bukowski arasında uzanan çizgi, yalnızca iki yazarın edebi tarzları arasında değil, aynı zamanda onların dünyayı algılayışları ve ona verdikleri tepkiler arasında kurulu bir gerilim hattıdır. Fante’nin kaleminden damlayan metinler, içsel bir acının sessiz yankısıdır. Bukowski ise kelimelerini bir yumruk gibi savurur, öfkesini dizginlemez. Bu çizgi; birinin içine çöken acıyla, diğerinin dışarı fışkıran nefreti arasında salınır.

    Fante'nin karakterleri, çoğu zaman sessiz, hayal kırıklığına uğramış ama yine de umudunu tamamen yitirmemiş insanlardır. Onlar yazmak isterler, sevilmek isterler, bir yere ait olmayı arzularlar ama hayat, onları duvarlara çarpar. Her çarpışta biraz daha küçülürler. Fante’de öfke yoktur demek doğru olmaz, ama bu öfke yönsüzdür; kendine döner, kendi içinde kaybolur. Yazı, Fante için bir direnme biçimi değil, bir var olma biçimidir. Kelimelerle kendine bir yer kurmaya çalışır.

    Bukowski’nin karakterleri ise hem kendiyle, hem sistemle, hem de toplumun tüm değerleriyle açıktan kavga hâlindedir. Onlar için yazı, bir hesaplaşma aracıdır. Sadece anlatmak değil, saldırmak, bozmak, küfretmek için de vardır. Bukowski’nin öfkesi hem içeriye hem dışarıya yöneliktir. Chinaski bir yandan kendini yer, öte yandan çevresine saldırır. Kadınlar, işler, arkadaşlıklar ve aşk, onun için kaçınılmaz felaketlerdir. Fante’nin yıkımı içeriden gelir, Bukowski’nin yıkımı ise hem içeriden hem dışarıdan akar, her şeyi kirletir.

    Üslupları da bu duygusal farkı yansıtır. Fante’nin cümleleri sade ama sıcak, acı dolu ama yumuşaktır. Onun yazdığı her paragraf, bir iç çekiş gibi duyulur. Bukowski ise sözcükleri bir silah gibi kullanır. Onun cümleleri kısa, doğrudan ve keskindir. Duygularını süzmez, doğrudan kusar. Okura alan bırakmaz; seni ya içine çeker ya da dışarı fırlatır.

    Bir başka önemli fark da kadınlara bakışlarında görünür. Fante, kadınlara ulaşılmaz bir özlemle yaklaşır. Onlarda aradığı şey çoğu zaman annesel bir şefkat ya da kaybolmuş bir aidiyettir. Bukowski’de ise kadınlar çoğu zaman şiddetin, arzunun, nefretin ve düşmanlığın nesnesidir. Kadınlar, onun içsel karmaşasının dışavurum noktalarından biridir. Bu fark bile, iki yazarın hangi duygusal iklimlerde yazdıklarını anlatmaya yeterlidir.

    Fante ile Bukowski arasındaki çizgi, duygunun doğasıdır: Fante’de bastırılmış acı, Bukowski’de taşkın öfke.
    Ama bu çizginin iki ucu da aynı noktaya varır: İçinde yaşadıkları dünyaya ait olamayan insanların yazıdaki yankısıdır bu.

    6. Bugüne Etkileri: Modern Yeraltı Edebiyatı ve İki Büyük Hayalet

    John Fante ve Charles Bukowski, edebiyatın sarsılmaz anıtları değil; yerin altına gömülmüş ama sesi hâlâ yankılanan iki hayalet gibi dolanıyor çağdaş yazının koridorlarında. Ne tamamen unutulabiliyorlar, ne de kolayca sindirilebiliyorlar. Çünkü onların kaleminden çıkan şeyler, yalnızca hikâye değil, bir yaşam biçiminin itiraflarıydı. Ve itiraflar, ne kadar zaman geçerse geçsin, okurun göğsünde bir ur gibi kalır.

    Bugün yeraltı edebiyatı, çok daha karmaşık bir düzlemde varlığını sürdürüyor. Sosyal medya, yayıncılık sektörünün değişen dinamikleri, kültürel duyarlılıklar ve sansür mekanizmaları; eski anlamda “yeraltı”nın varlığını farklı biçimlerde sürdürülebilir kılıyor. Artık yalnızca serseri figürler, sarhoş yazarlar ya da bohem tipler değil; sistemin farklı biçimlerde dışladığı ya da görmezden geldiği her birey, bu damar üzerinden ses bulabiliyor. Ama yine de, kalbin derinliklerinden gelen o “lanetli dürüstlük”, yeraltı edebiyatını hâlâ tanımlayan en önemli şey olarak kalıyor.

    Fante’nin içe dönük yalnızlığı ve Bukowski’nin dışa patlayan öfkesi, bugünkü yazarların anlatılarında hâlâ hissediliyor. Özellikle Karl Ove Knausgård, Roberto Bolaño, Elif Batuman gibi yazarlarda, bu içsel sürüklenişin izleri görülürken, bağımsız yayınlarda ve blog dünyasında Bukowski’nin sokak dili hâlâ yaşıyor. Türkiye’de de Hakan Günday, Emrah Serbes, Barış Bıçakçı gibi isimlerde bu çizginin yansımaları okunabiliyor. Fakat çoğu yazar, artık Fante kadar melankolik olamıyor; Bukowski kadar göze parmak bir öfkeyi de taşıyamıyor. Çünkü çağ değişti. Yeraltı değişti. Acı başka türlü dile geliyor artık.

    Yine de ne zaman bir yazar umutsuzca yazmaya başlasa, ne zaman bir karakter sistemin dışında kalmış bir odada kendi kendine konuşsa, ne zaman bir cümle gereğinden fazla gerçek, fazla kirli, fazla sahici olsa – orada Fante’nin silueti belirir. Ve ardından bir küfür duyulur, bir şişe kırılır, bir adam ayakta kalmaya çalışırken bir satır daha yazar: Bukowski geri dönmüştür.

    Bu ikisi, edebiyatın “olmamışları”nı, “yitmişleri”ni ve “hiç olmayacakları”nı yazdı. Bu yüzden onların eserleri okunmaz, yaşanır. Ve her okur, bir noktada kendi içindeki yeraltına inmek zorunda kalır. İşte o anda, bu iki büyük hayalet, yine omzunun hemen arkasında belirir.

    Kaynakça

    Bukowski, C. (1971). Post Office. Black Sparrow Press.

    Bukowski, C. (1975). Notes of a Dirty Old Man. City Lights Books.

    Bukowski, C. (1978). Women. Black Sparrow Press.

    Cooper, S. (2000). Full of Life: A Biography of John Fante. North Point Press.

    Fante, J. (1939). Ask the Dust. Stackpole Sons.

    Fante, J. (1938). Wait Until Spring, Bandini. Stackpole Sons.

    Sounes, H. (1998). Charles Bukowski: Locked in the Arms of a Crazy Life. Grove Press.

    The Paris Review. (çeşitli yıllar). Yazar söyleşileri ve denemeler.
    https://www.theparisreview.org/

    Literary Hub. (çeşitli yıllar). Edebiyat eleştirileri ve yazar analizleri.
    https://lithub.com/

    Los Angeles Review of Books. (çeşitli yıllar).
    https://lareviewofbooks.org/

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.