Şule Gürbüz’den okuduğum ilk kitap ‘’Kıyamet Emeklisi’’ oldu. İki cildi de okuyup bitirmem yaklaşık bir ay sürdü. Hem kendi hayatımda yaşadığım süreçler hem de ülke gündemi yüzünden okumamın bu kadar vakit alması akıllarda ‘’beğenmedi galiba’’ sorusunu uyandırabilir belki; aksine her anlamda sevdiğim bir eser oldu bu.
Halkımızın maruz kaldığı sorunlar hepimizin malumu, üzerimize bir kasvet çöktü. Güzel günler yakındır umarım, umutluyum… Kıyamet Emeklisi de bu sıralar hayatımda okuduğum en kasvetli kitaplardan biri çıkınca onu heba etmemek için kendimi iyi hissettiğim anlarda okuyabildim ancak. Aziz’i ve onun varoluşsal sancılarını anlamadan, içselleştirmeden geçmek istemedim çünkü.
Hiç tanımadığım bir insanın biyografisini okumak gibiydi Kıyamet Emeklisi, ama onu bu tür kitaplardan ayıran bambaşka özellikleri vardı; adını sanını yalnızca bu kitapta bildiğim Aziz’in manevi yolculuğuna tanık olabildim sadece. Bir insan düşünün ve onun hikâyesini; okuyoruz ama onun yaşadığı dönemden hiçbir ayrıntı, bilgi ve kesit gelmiyor önümüze. Neredeyse birçok açıdan çevresel etkenlerden soyutlanmış, huzursuzlukla donatılmış bir kurgu ve kendini bulmaya çalışan bir insanın içsel yolculuğu diyebilirim Kıyamet Emeklisi için. Bu nedenlerle olsa gerek diğer kitaplara göre daha zor bir okuma serüveni sundu. Çünkü yazılanlar kurgu da ols; Aziz’in yaşama çabası, kendini bulma gayreti, bir yere ait hissetmeye çalışması, sevgi açlığı gibi şeylerin hepsi bir gerçek aslında. Yani birçoğumuzun yaşadığı duygular değil mi bunlar? Ve bu durumu kitabın geneline hâkim olan atmosferinde bizzat deneyimlemek insanın o acı gerçekle yüzleşmesini sağlıyor: Yalnızlık. Her birimiz kendi varoluşumuzda yalnızız çünkü. Etrafımızın kalabalık olması ve aile, evlilik, dostluk gibi ayrıntılar kendi içimizde tek olduğumuz gerçeğini hiçbir şekilde etkilemiyor maalesef.
Aziz ile birlikte bu farkındalığa uyanmak ve onunla hayatın anlamını bulmaya çalışmak çok ağırdı doğrusu; çok duygusal bir anlatı, iç çatışmalar da birbirine dolanmış düşünceler yumağı, belirsizlik ve kasvet her satırda ‘’ben buradayım’’ diyor sanki.
Kitap nasıl başlıyor, kim kimdir gibi bilgilere burada değinmek istemiyorum. Çünkü Kıyamet Emeklisi’nin olay örgüsünden ve kurgusundan konuşmak için yeterli bir malzeme yok. Kendini kaybolmuş gibi hisseden bir insanın hikâyesi daha çok manevi anlamda anlatılabilir bana kalırsa.
Çocukluktan çıkarken ve yavaş yavaş kendimizi anlamaya başladığımız, etrafımızı daha başka açılardan gözlemlediğimiz bir süreçte yaşanmaya başlıyor her şey, Aziz on beş yaşındayken. Kendi içinde yanmaya başlayan kıvılcımların onu nerelere sürükleyeceğinden habersizken bile varoluşsal sancılarının ilk ağrılarını çekmeye başlamadan evinden uzaklaşıyor. Ve bu saatten sonra hayat ona ne getiriyorsa onu kucaklamaya çalışıyor Aziz. Belki de her şeyi kucaklamaya çalışması, aidiyet arayışı ve sevgi açlığı onu bu kayboluşuna sürükledi, bilemiyorum. Okuduğun hakkında bir şey bilmiyor musun yani diye sorabilirsiniz elbette, ama gerçekten ilk kez elimde bir şey yokmuş gibi hissediyorum. Yazarken tıkanıyorum, çünkü bu kitapta yer alan herkes, başta Aziz olmak üzere, henüz yaşarken tıkanmışlar, dolmuşlar. Okurken nefes alıp vermekte bile zorlandım bazen, o hayat çıkmazı ve sürekli bu düşünce selinin içerisinde olmak insanı boğuyor. Aziz mesela, yıkıntılarla dolu bir sel suyunda yüzüyor ama nasıl yüzüyor? Sürekli bir şeylere takılıyor, ne kadar yüzeyde durmak istese de kendini dipte buluyor, yine bir gayret çıkıyor ama tam rahata kavuşmayı dilerken diğer boğulanlar onu can simidi yapıyor, cansız bir nesne mi Aziz? O bir insan, canlı, görülmek, fark edilmek, sevmek ve sevilmek istiyor. Hayata karşı bu kadar istekli birinden nasıl bir obje gibi öylece durması beklenebilir ki.
Kıyamet Emeklisi bu kadar zorken nasıl sevdirdi kendisini peki? Benim için bilinç akışı türünde yazılmış olması bile tek başına yeterli. Çünkü zamanın sadece araç olmadığı, zamanın ana unsur olarak kullanıldığı metinlere bayılıyorum. Zaman bu kitabın en değerli varlığıydı. Aziz’in yaşamına eşlik eden biricik şeydi.
‘’Zaman her şeydi.’’ - Kıyamet Emeklisi Cilt 2, s. 187
Zamanla ilgili her şey Proust’u anımsatıyor bana; Gürbüz’ün kaleminde Proustyen anlatımı görmek beni memnun etti, edebi hazzımı Proust’a borçluyum çünkü. Üslup bakımından Tanpınar rüzgârı esiyordu; betimlemelerde ve diyaloglarda özellikle. Bunlar kesin vardır demiyorum, ben böyle hissettim.
Zaman akıp giderken Aziz’in kendi içinde yarattığı kıyametin ne zaman son bulacağını merak ediyor insan. Eserin başlığının da kitaba uygunluğu ikinci cildi okurken anlaşılıyor bence, Aziz’in on beş yaşındayken kopan kıyametinin nasıl son bulacağı bu başlıkta gizli aslında.
“Zamandan korkuyorum en çok, zamanımdan, cellâdımdan…” - Kıyamet Emeklisi Cilt 2, s. 229
Şule Gürbüz romanda beklediğim hiçbir şeyi doğrudan sunmadı bana; tahmin ettiğim şeylerin imkânsız çıktığına şahit oldum her seferinde ve Aziz’in yaşadığı dönemi ufak detaylarla yansıtabildi sadece. Her sayfada sizi yanıltan bir kitap bu: Tıpkı hayat gibiydi yani; umduğumuz ve dilediğimiz her şeyi bizlere doğrudan vermeyen, dolambaçlı yolları tercih eden ‘’hayat’’ gibi.
Birinci ciltte her insanın birbirinden farklı olduğunu çarpıcı bir şekilde anlatan yazar, ikinci ciltte her insan topluluğunun da birbirinden ne kadar uzakta olduğunu acı bir şekilde yansıtıyor. Evet, bunlar zaten bildiğimiz şeyler ama bu durumun duygusal boyutuyla, manevi yönleriyle ele alınması birçok yönden insanı etkileyen bir şey haline dönüşmüş. Tüm bu karmaşanın ortasında insanın yalnızlığını ve zamanın karşısında bir hiç oluşumuzu, yüreğimize bir bıçak gibi saplıyor Kıyamet Emeklisi.
Aziz'i ve diğer karakterlerin çıkmazlarını, hayallerini ve yaşadıklarını okurken insanı kendisiyle baş başa bırakan, kendi acılarıyla yüzleştiren bir kitap bu... Böyle romanlar insanı hayatı boyunca etkiler, kitabı unutsanız bile o etkiyi unutamazsınız. Kıyamet Emeklisi gibi bir başkadırlar.
Kitapta altını çizdiğim o kadar cümle var ki, bu satırlar için ayrı bir içerik oluşturmak istiyorum. Şule Gürbüz ile tanıştığım için mutluyum demek isterdim, fakat ‘’mutluyum’’ demek bu kitaptan ve yazardan hiçbir şey anlamadığımı gösterir yalnızca. Anladığım için mutlu değilim bu yüzden. İnsan yaşamının dokunaklı tarafını başarıyla yansıttığı için diğer kitaplarına da şans vermek istiyorum mutlaka.
Belgesel önerisi: İzlemek için
Kaynak
Kıyamet Emeklisi - Birinci Cilt
Kıyamet Emeklisi - İkinci Cilt
Kıyamet Emeklisi'ni okurken Aziz'in içsel yolculuğuna eşlik etmek, bir labirentte kaybolmuş gibi hissettirdi bana da. O kasvetli atmosfer, zamanın ağırlığı ve yalnızlığın evrensel çığlığı... Şule Gürbüz'ün kalemi, tam da bu yüzden çarpıcı: İnsanın en derindeki sancılarını, Proust'un zaman algısıyla ve Tanpınar'ın şiirsel üslubuyla harmanlayarak anlatıyor. Aziz'in hikâyesi, aslında hepimizin hikâyesi; 'ait olamama'nın, sevginin ve anlam arayışının hikâyesi. Kitabı bitirdiğimde, kendimi bir parça daha yalnız ama bir o kadar da anlaşılmış hissettim. İncelemeniz de tekrar hatırlattı bana hislerimi. Elinize sağlık.