hiç uyanmamış bir suyun altından
geçtim bu sabah
zaman, kendini tanımayan bir ayin gibi
dolaşıyordu üstümde.
bir ağız yoktu, ama konuşmalar çoktu.
belki de dünya, sustuğu yerden konuşuyordu.
Zîn,
sen bir anlam mısın?
yoksa
her anlama direnen bir boşluk musun?
ellerinle ölçtüm sessizliği.
gövdemden bir kuyu çıktı.
içine düştüm, düşerken doğdum.
bir şehir vardı
camdan ve çiğ
sokakları geçerken
her adımda başka bir “ben” döküldü
önceki ben’in üzerinden.
insan dediğin
kendi izlerini tanımadan yürüyen
bir kayıp harf.
sana seslendim, Zîn.
ama sesin karşılığı yoktu.
belki de artık hiçbir yankı geri dönmüyor
çünkü dağ kalmadı.
bir aynaya dokundum.
arka yüzü paslıydı.
ben orada, bana benzemeyen bir şeydim.
sen orada, hiç olmamıştın.
Zîn,
bir rüya anlattım sana
başını olmayan bir yastığa koyarak dinledin.
gözlerin boş bir takvim gibiydi.
hangi günde ağladığını hatırlamıyordu zaman.
çünkü tarih dediğin
bir tekrar hastalığıdır.
şimdi sana bir soru bırakıyorum
bir cümle, anlamını söylemeden
nasıl var olur?
ve bir kalp
atmadığı halde nasıl iz bırakır içimizde?
Zîn,
ben artık kelime değilim.
bir harf bile taşımıyor ruhum.
yalnızca kaybolmuş
bir anlamın gölgesiyim.
bana ses verirsen
sessizliğin rengi değişebilir belki.
belki…
Yorum Bırakın