Bazı ellere kalbiniz tam uyar, avuçlarının içine bütünüyle sığar. Bu eller kalplerinizi sahiplenip koruyabileceği gibi terk edip yakabilir de. Kalp kelimesi çoğumuz için sadece kan pompalayan bir organı ifade eder fakat daha derininde yürek kavramını da saklar ,benim tanımımla ise temiz pis fark etmeksizin tüm duyguları ve hisleri içinde toplayan kutudur kalp. Ve bu kutuyu insanlara sevdirme ihtiyacı duyarız, onu insanlara anlatma ve kanıtlama arzumuz oldukça fazladır. Bazılarımız bu kutunun kapağını kimse için açmamıştır, kimse içindekileri merak etmemiştir. Bu sebepten ötürü kutunun sahibi onun değersiz olduğunu düşünmeye başlar ve kendini çoğunlukla şu iki durumun içine sokar; kutuyu canı pahasına saklamak veya kutuyu tüm varlığıyla herkese sunmak. Kutuyu saklayanlar kutunun değersiz olduğuna tam anlamıyla inanmışlardır ya da çabalayacak güçleri kalmamıştır. Kutuyu herkese sunarak değerini kanıtlamaya çalışanlar ise kutunun çabaya değer olduğuna inanırlar. Bu iki durumda kendi içinde epey yorucudur, kutunun canını ve yaşama dair arzusunu soldurur, yorar. Fakat kalbinizi paylaşmak istemeniz de saklamak istemeniz de oldukça doğaldır. Bu kutu zaman zaman sizi korkutur ve yorar, onunla ne yapacağınızı bilemediğiniz için ya da onu daha derinden tanıyor olmadığınız için onu bir tüm dünyanın ellerine verir bir derinlere gömüp kimsenin görmemesini dilersiniz.
Size kalbinizle ne yapmanız gerektiğini kimse söyleyemez çünkü her kutunun içi farklıdır. Kimininki Pandoranın kötülüklerle dolu kutusu, kimininki bir kargaşa, kimininki de meleklerin yuvasıdır. Bu kutularda ne olduğunu içlerini açmadan asla bilemeyecek olan bizler kutulara bakar ve tahmin yürütürüz, bu tahminlerimiz doğrultusunda da avuçlarımızı açar ve kalplerin ellerimize kanamasına ya da ellerimizde kanamasına izin veririz. Bazen onlara isteyerek ya da istemeyerek zarar veririz, bazen de onlar bizi yaralarlar. Ama bu onlardan kaçmamız ya da onlara kaçmamız için gerçekten bir sebep olabilir mi, kutularla nasıl baş edeceğiz ? Bu soruların cevapları değişkenlik göstermeye açıktır, ama benim şahsi cevabım tanımak yönündedir. Tanımak. Bizi anlayacak ve anlatacak olan budur. Birinin ellerine kalbinizi verip avuçlarını efendi sizi de köle yapmadan önce tanıyın. O kalbi tanıyın. En önemlisi de kendi kalbinizi tanıyın, derinden ve anlayarak tanıyın. Kendinizi yeterince dinleyip tanırsanız kutunuzun içinde ne olduğunu öğrenir ve ne istediğinizin bilincine varırsınız. Bu sayede başka avuçlar sizi fiziksel olarak ezse de varlığınızı ve kutunun içindekileri bilmek kimyanızı korur, özünüzü bir kere gerçek anlamda tanıdığınızda kimse onu sizden çalamaz ve koparamaz.
Kendi kutunuzu tüm içerdikleri ile tanır ve kabul ederseniz o tam olarak sığdığınız avuçların size neden uyduğunu ve sizinle neler yapmak istediğini anlarsınız. Böylece hem kendinizi korur hem öğrenir, hem de karşısınızdaki kutunun niyetini ayıklar ve her uyduğunuz yerin yuvanız olmadığını anlarsınız. Her uyduğunuz yer yuvanız değildir bazen oraya uymanızın nedeni sadece orada bir boşluk bulunması hatta boşluğun bizzat siz olmanızdır. Ama sorun değil, korkmayın. Kalbinizi -meçhul şeylerle dolu kutunuzu- tanımak size o boşluğu tanıma fırsatı da verir, ve tanımlayabildiğiniz şeyden korkmanıza da gerek kalmaz. Onu tanıdıkça gördüğünüz her sahiplenici avucu yuvanız sanmazsınız, her boşlukta kendinize yer aramazsınız çünkü kendi karmaşanız ve boşluğunuzu benimsemek onu sevmenizi de sağlayacaktır. Kutunuzu benimsemek sizi ellerin arasında son kan damlanıza kadar sıkılmaktan kurtarabilir, hatta kendi zihninizde yer bulamamaktan bile kurtarabilir. O kutu size ait ve bazı konularda değişmesini isteseniz bile önce benimsemeniz gerekli. Değişim, korunma, iç huzur. Fikrimce bu üç durum kendi kalbini benimsemekle mümkün kılınıyor.
Kalbinizin -kutunuzun- içinden ne çıkacağından korkarsanız bilinmezliğin pençeleri sizi ustalıka avlar, fakat korkmak yerine onu açar ve benimserseniz o zaman siz bilinmezliği avlarsınız. Kalbinizin içinde olduğu avuçlar bir kafes, ve bu kafesin anahtarı tanımak.
Yorum Bırakın