Nisan Ayında Okuduğum Kitaplar // 2025-04

Nisan Ayında Okuduğum Kitaplar // 2025-04
  • 4
    0
    0
    1
  •  

    Merhabalar! Nisan ayına dört kitapla veda etmiştim, sizlerle ancak buluşabildim. Düzelmeyen ülke gündemi sağ olsun kitaplardan kopmadım ama okuma süreçlerim her anlamda etkilendi. Yine de onları raflarında bekletmeyip az da olsa okumaya devam ettiğim için mutluyum.

    Ayın favorisi Louisa May Alcott kaleminden çıkan ''İyi Eşler'' oldu. Bazı yönlerden hoşuma giden ama beğenmediğim kitap ise geçen aylarda vefat eden bir yazarın eseri: Kelt Rüyası - Mario Vargas Llosa.

    Bu ayın kitapları için yazdığım incelemeler ise şöyle;

     

    1. DEDEKTİF HANŞİÇİ'NİN TUHAF VAKA DEFTERİ - KİDO OKAMOTO

     

    Ithaki’nin en sevdiğim kitap dizilerinden biri olan Japon klasiklerinden bir kitap okudum: Kido Okamoto kaleminden çıkan öykülerle ilk kez tanıştım. Eserde anlattığı vakalarla bize eşlik eden Dedektif Hanşiçi, Japon edebiyatının Sherlock Holmes’u olarak biliniyormuş. 

    Doyle’un yarattığı Sherlock Holmes karakteri çıktığı günden bu yana hiçbir zaman ününü kaybetmedi, haliyle benzetmelerde ilk onun örnek alınması ve sık sık adının geçmesi çok doğal. Dedektif Hanşiçi’nin de dahil olduğu olaylar, cinayetler ve gizemler Sherlock Holmes kadar harika olmasa bile birçok yönden ilgimi cezbetti. Olaylara yaklaşımı, sunduğu mantıklı çıkarımlar ve akıl yürütmeler ona Holmesvari bir hava vermesine rağmen benim en hoşuma giden tarafı içgüdüleriyle hareket etmesiydi. Bazen işleri şansına bıraktı, bazen de yalnızca tecrübelerine güvendi. 

    Japonya gibi batıl inançlarla sarıp sarmalanan, tuhaflıklara körü körüne inanılan bir geleneksel toplumda Hanşiçi’nin hem mantığıyla hem de içgüdüleriyle hareket etmesi, öykülerin yüzeysel ve akıcı atmosferine heyecan unsuru katmış. 
    Bu öyküler 1917’de yazıldığı halde kitabın bulunduğu dönem 1840-1860 yıllarını ele alıyor ve Edo’da geçiyor, yani geleceğin Tokyo şehrinde. Her anlamda geleneksel bir dönemi yansıtıyor yani; feodal bir Japonya’yı.

    İçerisinde yedi öykü bulunan bu vaka defterinde yer alanlar ise şöyle: Ginkgo Ağacı, Dans Eden Cizo Heykeli, Lanet Öğretmen, Taş Fener, Dağ Şöleni, Hamamın İkinci Katı ve Kedi Heyulası. En beğendiğim öykü Kedi Heyulası oldu; hüzünlü bir hikayeydi ve oldukça etkilendim. En beğenmediğim ise Hamamın İkinci Katı oldu. Bu dışında birbirinden ustaca yazılmış hikayeler okumak güzeldi. 

    Öykülerde yazarın yer verdiği karakterlerin hepsi Japon toplumunu olduğu gibi sunuyordu; bütün gerçekliğiyle Japonların gündelik yaşamına tanık olup bir yandan vahşi ve gizemli olaylarla sarsılmak iyi bir polisiye edebiyatı okuduğumu gösterdi bana. Çünkü her şey dışarıdan ne kadar tuhaf görünürse görünsün açıklanamayacak şeylerin sayısı pek azdı; sonuçsuz olduğunu düşündüğümüz her şeyin bir çözümü eninde sonunda bulunuyor. Fakir ya da zengin fark etmiyor, hepimiz insanız ve başımıza neler geleceğini de hiç bilmiyoruz maalesef. Çünkü dünya tuhaf bir yer. 

     

    2. EVDEKİ DÜŞMANLAR - LİNDSEY DAVİS

     

    Lindsey Davis kalemiyle yılın başında Nisan Şenliği sayesinde tanışmıştım. Flavia Albia serisinin ilk kitabıydı. Geçtiğimiz günlerde serinin ikinci kitabından maceraya kaldığım yerden devam ettim: Evdeki Düşmanlar’ı okudum. 

    Başlığından da anlaşılacağı üzere ‘’evdeki düşmanların’’ köleler olduğunu tahmin edersiniz. Çünkü Antik Roma’da kölelik oldukça yaygındı, neredeyse her ailenin yanında, o aile üyelerinden daha fazla sayıda olan bir köleler ordusu bulunuyordu. Aileye hizmet etmekle yükümlülerdi ve o aileyle birlikte aynı çatı altında yaşayan insanlardı bunlar. Kaderlerini tayin eden yalnızca sahipleriydi, ama sahipler kölelerinden korkuyordu. Antik Roma’da bulunan her evde aile üyelerinden daha fazla kölelerin olduğunu düşünürsek onların nüfusu Romalıları geçiyordu. Bu nedenle olsa gerek, ayırt edici bir kıyafetleri yoktu, onlara uygun renk falan da belirlenmemişti. Kendilerinin sayıca fazlalığını anlamamaları Romalıların yararına olurdu zaten.

    Antik Roma gerçekten garip bir yerdi; köleler insan ve vatandaş olarak görülmüyor, sahiplerinin gözlerinde bir değerleri bulunmuyordu. Ama her şey için acımasızca kullanılıyorlardı; özellikle kadınların hayatları çok zordu. Sahibinin cinsel ihtiyaçlarını karşılayabiliyor, doğurduğu çocuğun evlat kabul edilmeden satılmasına sessizce göz yummak zorunda kalabiliyordu. Vatandaş bile sayılmayan köleler kast sisteminin en alt basamağında yer alırken Romalıların kendi aralarında bile sınırlar ve ayrıcalıklar vardı. Ama bu sınıflar birçok hakka sahipken kölelerin hiçbir hakkı yoktu. 

    Böyle bir dönemde babasının izinden giden ve özel bilgi toplayıcısı olan Flavia Albia’dan bir cinayet davasına bakması istenir: Yeni evli bir çift kendi odalarında ölü bulunmuştur. Cinayetlerin işlendiği evde köleler de vardır ve başlarına gelecek olanlar belli olduğu için oradan kaçıp Ceres Tapınağı’na sığınırlar. Tapınakların dokunulmazlığına güvenen köleler gerçekten de sahiplerini öldürmüş olabilirler mi? 

    Genellikle bu tip olaylarda yetkililerin dikkatini çekenler ilk durumda köleler olur ve suç işlemiş ya da işlememiş bakılmadan idam edilirler. İnsan hayatı bu kadar ucuz yani. Romalı yetkililer uğraşmak istemediklerinden böyle yaparlar ama Flavia Albia onlardan farklıdır. Ona göre her cinayet davası doğru düzgün bir araştırmayı hak eder. Vicdanlı ve dürüst bir kadın olarak bu davayı hakkıyla çözmek için elinden geleni yapacaktır. 

    Nisan Şenliği’nin hemen devamını kapsayan Evdeki Düşmanlar, diğer romanın tanıdık yerleri ve bilindik karakterleriyle yabancılık çekmeyi unuttuğum bir atmosfer sundu. Antik Roma’nın o günlerinde yaşıyormuşum gibi okuduğum bu kitaplar sayesinde günümüz dünyasından uzaklaşmak bana çok iyi geldi. Ayrıca ne kadar sade bir tarzda yazılmış olursa olsun arada bir böyle kitaplar okumak ağır okumalar sonrasında bir nefes ve ülke gündeminin boğuculuğundan da bir kaçış sağlıyor. Şu an yaşadığımız olaylar çok korkunç ve bunlara tepki göstermeye devam ediyorum, edeceğim de. Fakat kitap okumayı da bırakmak istemiyorum ve iyi ki okuyabiliyorum. Evdeki Düşmanlar da bu zor günlerde beni sıcak bir Antik Roma dünyasına ışınladı ve heyecanlı bir polisiye serüvenine götürdü.

     

    3. İYİ EŞLER - LOUİSA MAY ALCOTT

     

    Louisa May Alcott kaleminden yıllar önce Küçük Kadınlar’ı okumuştum. Hüzünle neşenin bir arada ahenk içinde yol aldığı sıpsıcak bir romandı. Devamı olduğunu bilmiyordum bile. Bir gün kız kardeşimle gezerken öylesine uğradığımız İş Kültür’ün bir şubesinde gördük. Arka kapağındaki tanıtım bültenini okuduğumda öğrendim bir devam kitabı olduğunu. Listeme ekledim ama kız kardeşim hediye etmek isteyince karşı koyamadım. Aldığım en güzel hediyelerden biriymiş, okuma fırsatı bulduğumda daha iyi anladım bunu. Biribirinden farklı dört kız kardeşin hayatı üzerine konumlanan bu kitabı kardeşim sayesinde okuyabilmek, unutulmaz bir anı olarak kalacak benim için. Küçük Kadınlar’dan uyarlanan filmi bile izlemedim henüz, İyi Eşler’den sonra izlemek güzel olacak bence. Bu sıralar bakacağım mutlaka.
     
    Küçük Kadınlar’da vedalaştığım March ailesinin kızlarının hayatı üç yıl sonra İyi Eşler’de kaldığı yerden devam ederken, onların genç kızlıktan kadınlığa uzanan yolculuklarına tanık oldum. Bütün içtenliğiyle akıp giden ve hiç beklemediğim sürprizlerle dolu bir romandı bu. Sürprizlerin bazıları sevindirirken, bazıları da üzdü. Şaşırtıcı olaylar da yaşandı; özellikle Jo’nun kararları açısından, fakat bunlara çok şaşırmadım çünkü onun hayatıyla ilgili tahminlerim beni yanıltmadı.
     
    Meg, Jo, Amy ve Beth. Hepsi birbirinden farklı karakterlerde ve özelliklerde olmalarına rağmen aralarında yaşayan güçlü ve kopmayan bağlar sayesinde nerede olursa olsunlar sanki hep yan yana izlenimi veriyorlar.
    Hayalleri ve yaşamak istedikleriyle birlikte umdukları hayata kavuşabilecekler mi sorularıyla ve merakla okudum İyi Eşler’i. Ortak dostları ve evlerinin neşesi Laurie de üniversiteye giderken, bu güzel kardeşleri ihmal etmez ve sık sık yanlarına gelir. Onun da hayalleri vardır ve bir şekilde işleri yoluna koymaya çalışır.
     
    Amerikalı yazar Alcott, İyi Eşler’de evlilik kurumuyla ilgili görüşlerini net bir şekilde sergiliyor. Kitabında kadınları merhametli, sevgi ve saygı yönüyle özverili, sabırlı gibi erdemlerle yansıtsa da dönemin kadınlar açısından ne kadar zorlu olduğunun farkındadır ve aslında bunlarla mücadele eder. Belki okurların çoğu için durum böyle gözükmeyebilir; fakat yazarın ahlaklı ve iyi kalpli olmayı önemsemesi yalnızca kadınlara özgü bir durum değil, erkekler için de geçerlidir. Yani Alcott, tüm insanların sahip olması gereken bir yaşayış tarzını savunuyor. Dindar bir kişiliğe sahip olması da bakış açısında hissedilen önemli bir etken. Fakat bağnazlık asla söz konusu değil. Kadınların toplumdaki sosyal ve ekonomik konumlarını incelikle ele alıyor. Özgüvenli bir birey olarak kadınların kendi varoluşlarını yaşamalarını ve meslek sahibi olmanın öneminin altını çiziyor sık sık. Özellikle Jo’nun yaşayışı, bu tip bir kadın portresini doğrudan ortaya koyuyor diyebilirim. Bu ay okuduğum en güzel kitaptı, iyi ki okumuşum.

     

    4. KELT RÜYASI - MARİO VARGAS LLOSA

     

    Yıllar önce Mario Vargas Llosa’dan Teke Şenliği’ni okumuş ve çok beğenmiştim. Diğer kitaplarını da fazlasıyla merak ettiğim Vargas ile tekrar karşılaşmamız için aradan baya zaman geçmesi gerekecekti ve bir önceki kadar cezbedici bir buluşma olmayacaktı bu. 
    Aslında ‘’Kelt Rüyası’’ birçok yönden güzel bir kitaptı, gerçek hayatla doğrudan bağlantılı bir konudan bahsediyordu çünkü. Doğrusu bir insanın yaşamının dönüm noktalarını baz alarak kurgulanmış bir eser bu. Kim peki bu insan? Roger Casement. 

    İrlandalı bir İngiliz vatandaşı olan Casement’ın Afrika’ya uzanan hayatı ve Kongo ile Amazonlar’da yaşadıkları ve tüm bu deneyimleri onu ‘’sömürgecilik’’ kavramı üzerinde yoğunlaştırırken içten içe bir İrlanda milliyetçisine dönüşeceğinin henüz farkında değildir. Avrupa’nın medeniyetinden çok uzaklarda yaşarken insanoğlunun acımasız bir tarafıyla karşılaşıyor Casement: Açgözlülük. Öyle bir açgözlülük ki bu kendi topraklarında bir köleden bile daha beter koşullarda ve şekillerde çalıştırılan, daha doğrusu işkence edilen insanların çığlıklarına bu medeniyet dediğimiz yerlerden gelenler sebep olurken dünya üç maymun havalarında takılıyor. Ya da herkes her şeyin farkında ama bu düzende birilerinin cepleri doluyorsa o çığlıkların nedeni niye umurlarında olsun ki? Ama Casement’ın umurunda. Onun önayak olmasıyla komisyonlar kuruluyor, bu komisyon için kurulan eğlence sofraları bir anda sorgu masalarına evriliyor, o çığlıkların hesabı soruluyor, onların yaşadıkları ve işkence aletleri bizzat görülüyor ve raporlar üzerine raporlar yazılıyor, kayıtlar tutuluyor… Bu işkencelerden keyif alanlar ve bu gibi iğrençlikleri zorunlu bir eylem olarak görenler midemi bulandırırken arsızlıkları ve doğallıkları karşısında sözün bittiği yerdeyim gibi hissettim. Casement’ın de benim gibi hissetmesi hoşuma gitti, hatta öyle bir hale geldi ki yemek yiyemeyecek bir duruma geldi. 

    Kongo’da yaşadıklarını yayımlayıp Belçika Kralı II. Leopold’ün işkencelerini ve kirli çamaşırlarını su yüzüne çıkaran Casement, İngiltere’de epey bir ses getirince peşine Amazonlar’a da gönderilmesi onun iyi bir gözlemci olduğunu ve insan hakları konusunda ne kadar dürüst olduğunu gösteriyor. Amazonlar’a birlikte gittiği komisyon üyeleriyle birçok ölüm tehlikesi atlatıyor ama sağ salim İngiltere’ye dönüp oradaki rezillikleri de meydana çıkarmaktan vazgeçmiyor. Başına gelen tehlikeli olayların sebebiyse vahşi hayvanlar değil, insan görünümlü hayvanların neden olduğu şeylerdi. Raporları ve politik tutumu sayesinde İngiltere’de herkesçe tanınan biri haline geliyor ama onun tek derdi İrlanda artık. Madem sömürgecilik faaliyetleri hakkında bu kadar uğraştı neden İrlanda’nın bağımsızlığı için de çabalamasın ki? 

    İrlanda’ya dönüp ülkesinin kültürünü ve geleneğini her anlamda hızlı bir şekilde kendine enjekte etmeye çalışırken İngiltere’nin hoşgörülü ödüllerinden ve ona atanan işlerden iyice soğumaya başlıyor Casement. Bu sırada dünya büyük bir savaşın kucağına düşmek üzere: Birinci Dünya Savaşı eli kulağında bekliyor. Savaşın etkileri ve Casement’in savaş sırasında Almanya yolculuğu onun hayatında dönüm noktalarından biri oluyor ve İrlanda’nın bağımsızlığı için büyük gelişmeler yaşanıyor. Fakat nasıl sonuçlanacağı belirsizliklerle dolu bir süreç.

    Üç ana bölüme ayrılan Kelt Rüyası’nda sahneler sürekli değişiyor: Kongo, Amazonlar ve İrlanda… Kitap bir hapishane hücresinin kapısının açılmasıyla başlıyor. Casement’in tutukluluğuna şahit olurken bir yandan onun geçmişine tanık oluyoruz sık sık. 

    Buraya kadar her şey güzeldi; yazarın üslubu ve olayların gerçekliği harika bir kitap okuduğumu düşündürdü bana. Fakat Casement her insan gibi biriydi, yani kusurları olan biri. Bu kusurlar eşcinsel olmasıyla alakalı değil bu arada, onun erkeklere karşı hissettikleri ve günlüğüne yazdıkları onun özeliydi çünkü. Beni rahatsız eden şey kendisinden epey küçük erkeklere, yani ergenlik dönemine girmek üzere olan insanlara duyduğu cinsel arzuydu. Onlar hakkında günlüğüne yazdıklarını her yönden sapıkça buldum. Pedofili oluşunu gizlemeye çalışması ve diğer şeyler… Hoşuma gitmedi. Bunlar dışında İrlanda’nın bağımsızlığı için mücadele vermiş ve sömürgelerde acı çeken insanlara nefes olmuş birinin hayatını okumak etkileyiciydi.

     

    Kitap başlıklarına 1000Kitap uygulamasının linklerini ekledim. Kitapların künye bilgileri, incelemeler, alıntılar, puanlar ve daha fazlası için dilerseniz bakabilirsiniz. 

    Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sorular, öneriler ve görüşleriniz için buralardayım: 

    İnstagram , X , 1000Kitap

     

    Fotoğraflar bana aittir.

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.