Eğitim, yalnızca bir bilgi aktarımı değil; bireyin bütüncül gelişimini tamamlayan bir süreçtir. Özellikle erken dönemlerde, bireyin psikososyal gelişimi, eğitim süreciyle doğrudan bağlantılıdır.
Ben, genç bir öğretmen olarak; eğitim yolculuğuna beş yaşındaki bir öğrencinin sınırsız merakıyla da yetmiş yaşındaki bir bireyin kendini gerçekleştirme isteğiyle de tanıklık ettim. Ama en çok da “farklı” olduğunu düşünen, hissettiklerini ve davranışlarını açıklayamayan öğrencilerle sevdim mesleğimi. Farklı seviyelere ait sınıflarda İngilizce öğretiyor olsam da hemen hemen hepsinde İngilizce kitabındaki diyaloğun nasıl okunduğundan çok bir dalgın bakış dikkatimi çeker. Çünkü ben o dalgınlığı çok iyi tanırım; tanılanan dikkat eksikliği ve hiperaktivite geçmişimle bağdaştırırım öğrencimi. DEHB ile büyümek, öğrenme sürecini, arkadaşlık kurup bir yere ait hissedebilmeyi, sıradan bir alışkanlık kazanmayı, hatta bir sandalyede sabit durmayı bile karmaşık hale getirir. Bu süreçte de “farklılıkla” savaşmak yerine, kendini tanımayı ve anlamayı tercih etmek gerekir. Şanslıydım ki kendimi tanımaya, okumaya ve araştırmaya meraklıydım. Ve yine çok şanslıyım ki geçmiş deneyimlerim ile öğretmenlik sıfatını taşıyabiliyorum.
Psikososyal gelişim ve bozukluklara sahip olan bireyler genelde ya anlaşılmamakta ya da dışlanmaktadırlar. Dünya Sağlık Örgütü’ne göre her 5 çocuktan 1’i ruh sağlığı riski taşımaktadır. Türkiye özelinde ise bu oranın, tanı eksikliği ve sosyal damgalama nedeniyle daha yüksek olduğu düşünülmektedir. Sınıflarda, özellikle dikkat eksikliği, anksiyete, özgüven eksikliği gibi durumlar ya hiç fark edilmemekte ya da yanlış etiketlenmektedir. Öğrenciler, sınıf içi düzenle çatıştığında öğretmenler tarafından sıklıkla “problemli öğrenci” olarak etiketlenmektedirler (Barkley, 2014). Oysa bu öğrenciler, uygun pedagojik yaklaşımlarla yüksek potansiyel sergileyebilirler. Öğretmenlerin psikoeğitsel yeterlilikleri bu noktada kritik bir rol oynamaktadır (Kutlu ve Gençtanırım, 2020).
Geçmişte, orta-üst düzeyde engeli olan çocukların eğitimine yönelik bir okulda gönüllü öğretmenlik yapmıştım. Bu deneyim hem öğretmenlik anlayışımı hem de insanlara olan bakış açımı yeniden şekillendirdi. Şu an hala Özel Eğitim öğrencilerinin seviyesinde ihtiyaç sahibi olmasa da benzer yaklaşımlar sergileyen, ezbere metotlarla öğrenim sağlayamayan öğrencilerle çalışmaya devam ediyorum. Ailelerin çaresizliği, öğrencilerin kendilerini eksik hissetmesi, sistemin dayattığı tek tip başarı ölçütleri... Tüm bunların ortasında kalan çocuklar, çoğu zaman neyin yanlış gittiğini bile anlayamadan büyüyorlar. Özellikle ülkemizde tanısı konulmamış ya da henüz psikososyal bozukluk durumuna ulaşmamış yüzlerce çocuk olduğunu düşünüyorum. Farklı hisseden, farklı davranan ama nedenini bilmeyen yüzlerce çocuk... Eğer çocuk, bilinçsiz bir eğitimci ya da destekleyici olmayan bir ailenin eline düşmüşse, bozulmamış olan psikososyali zamanla zedeleniyor. Bu çocuklar, ya hiçbir yere uyum sağlayamayan bireylere dönüşüyor ya da sadece ezberleyen, hissiz yaşamlar süren yetişkinler hâline geliyorlar.
Bu noktada sormamız gereken soru şu: Ne yapmalı?
Bu sorunun birden fazla cevabı var. Fakat öncelikle yetkin insanlar tarafından, yetişkinlerin – hele ki öğretmenlerin – bilinçlendirilmesi gerekli. Sınıflarımızda “normal” diye etiketlediğimiz öğrencilerin arasında, aslında sadece fark edilmemiş, görmezden gelinmiş birçok “çirkin ördek yavrusu” olabilir. Evet, Her çocuk özeldir. Bu cümleyi duymayan kalmamıştır. Ancak 21. yüzyılda “Herkes biraz farklıdır” demek, daha kapsayıcı bir bakış açısı kazandırır bizlere. Eskiden dünyanın eğitim sistemine hâkim olan “tek tip insan” modeli çatırdıyorken, biz öğretmenlere de kırıp geçmek yakışacak olup önleyici ve koruyucu eğitim yaklaşımları, gelecekteki toplumsal refahımızı doğrudan etkileyecektir. Bu nedenle çocukları görmek, anlamak ve korumak bizim bilinçlenmemiz sayesinde tam anlamıyla mümkün olacaktır. Psikososyal koruma, sadece devlet okullarındaki rehber öğretmenlerin sınırlı zamanlarında yaptığı birkaç görüşmeyle sınırlı kalmamalıdır. Tüm öğretmenlerin temel düzeyde özel eğitim bilgisine ve farklı öğrenme stillerine duyarlılık geliştirmesi gerekmektedir. Ancak Türkiye’de bu alandaki öğretmen yeterlilikleri sınırlıdır. Milli Eğitim Bakanlığı'nın (MEB, 2023) verilerine göre, sınıf öğretmenlerinin yalnızca %17’si özel eğitim ve farklı gelişim gösteren öğrencilerle ilgili temel eğitim almıştır. Fakat dünya genelinde, çocukların sosyal ve duygusal gelişimlerini destekleyen, koruma ve önlemeyi amaçlayan birçok eğitim programı mevcuttur: ABD’deki Sosyal ve Duygusal Öğrenme (SEL) programları, Kanada’daki Empati Kökleri (Roots of Empathy) girişimi, Hindistan’daki Mutluluk Müfredatı (Happiness Curriculum)... Türkiye’nin de bu örneklerden ilham alarak kendi kültürel yapısına uygun, kapsayıcı ve duygusal gelişimi önceleyen eğitim politikaları geliştirmesi, artık bir tercih değil; toplumsal bir gerekliliktir.
Tüm bu eksiklik ve gerekliliklere rağmen, bugün elimizdeki imkanlarla bile bazı şeyleri değiştirebiliriz. Bilmeliyiz ki bazen bir çocuğun gözlerinin içine bakmak, onun sayfalar dolusu test çözmesini sağlamaktan daha öğreticidir. Eğer biz öğretmenler olarak, standart atfedilen kalıpların dışına çıkabilirsek, öğrencilerimizin kendi potansiyellerinde özgürleşmelerini sağlayabiliriz. Çünkü fark edilmek, bir çocuğun dünyasını tamamen değiştirebilir. Unutmayalım: Eğitim sadece bilgi aktarmak değildir. Eğitim, bireyin kendini tanımasına, duygularını anlamlandırmasına ve dünyayla sağlıklı bağlar kurmasına imkân tanıyan bir yolculuktur. Fark edilmemiş bir çocuk, kaybedilmiş bir gelecek demektir. Ama zamanında fark edilen her çocuk, kendi hayatının kahramanı olabilecek güce sahiptir. Ben bir öğretmen olarak biliyorum ki, değişim büyük adımlarla değil, küçük fark edişlerle başlar. Bir çocuğun gözündeki ışığı fark etmekle, bir davranışın nedenini sabırla anlamaya çalışmakla, farklı olanı kabul etmekle... Bu anlayış, zamanla okulun duvarlarını aşar, topluma yayılır ve yeni bir kuşağın kaderini değiştirir.
Yorum Bırakın