RF. Kuang’ın "Babel: The Necessity of Violence" (2022) adlı, Türkçeye yalnızca "Babil" adıyla çevrilen eseri; dilbilim, emperyalizm ve şiddetin meşruiyeti gibi temaları kesiştiren, akademik bir perspektifle yazılmış tarihsel bir fantastik roman. Normalde “bestseller” kitaplara pek yanaşmam; ancak bu kitap, 1830’ların İngiltere’sinde geçmesi ve konusu itibarıyla ilgimi çekti. Kısa bir süre önce romanı bitirdim. Yazının devamı kitapta yer alan olaylara dair spoiler içermemektedir; sonunu anlatmayacağım. Yalnızca bir inceleme yazısı gibi notlarımı, kendime kayıt olması adına buraya aktarmak istedim.
19. yüzyıl İngiltere’sinde, Oxford Üniversitesi’ne bağlı hayali bir “Babil Enstitüsü” etrafında şekilleniyor roman. Babil, İngiliz emperyalizminin dil ve çeviri yoluyla sömürgecilik projesini yürütmesini sağlayan bir merkez aslında. İngilterenin sanayi devrimini de izleyen olayların ekseninden itibaren bahsi geçen bu yüzyıldaki sömürge faaliyetleri ve konumu tarihten malum zaten. Kitapta da sömürgelerden (Çin, Hindistan, Karayipler vb) getirilen diller, biraz fantastik bir şekilde gümüş külçeler üzerine işlenerek İngiltere'nin teknolojik ve askeri üstünlük sağlaması üzerinden konuyu işleniyor. Robin Swift (Çin asıllı ana karakter) ve diğer sömürge öğrenciler, dillerinin ve aslında kültürel kimliklerinin İngilizler tarafından çalınmasıyla kimlik bunalımı yaşıyorlar.
Kitabın ilk yarısında bariz bir Harry Potter kokusu duydum okurken; ikinci yarısından sonrası ise adeta bir manifesto niteliğinde ilerliyor. Akademik bir araştırma gibi uzun dipnotlar var kitapta yer yer; burada tarihsel fantazinin gerçek tarih biraz iç içe girip sınırları bulanıklaşıyor. Yazarın kimliği ve akademik geçmişi sebebiyle aslında bu normal karşılanabilir; bir yandan da okuduğumuz tarih de bir kurgu mu ya da tarihte kurgu nerde başlar nerede biter ikilemi içine giriyor insan okurken. Nitekim tarihsel arka plana baktığımızda, 19. yüzyılda İngiltere, Çin'den çay, ipek ve porselen gibi şeyler ithal ediyordu, ancak Çin, İngiliz mallarına pek ilgi göstermemişti. İngiltere, Çin ticaretini gümüşle ödemek zorundaydı ve İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, gümüş açığını kapatmak için Hindistan'da ürettiği afyonu Çin'e kaçak yollarla soktu. Afyon bağımlılığı Çin'de sosyal ve ekonomik çöküşe neden oldu. Çin, bu afyon ticaretini durdurmak için Lin Zexu'yu görevlendirdi ve 1839'da Kanton'da (Guangzhou) İngiliz afyon stoklarını imha edildi. Bu, Birinci Haşhaş Savaşı'nın başlangıcı oldu. Çin yenilgiye uğradı ve Hong Kong'u İngiltere'ye vermek durumunda kaldı.
Kitap tam olarak bu tarihsel gerçekliği, afyon-gümüş döngüsü şeklinde kullanarak Babil üzerinden sömürge dilleri, gümüş çubuklara işleyerek teknolojik üstünlük sağlamasını anlatıp çok net bir biçimde ekeştiriyor. Gümüş, Babil'de hem gerçek tarihteki ekonomik sömürüyü hem de kültürel yağmayı temsil ediyor. Ve dilini kaybeden milletler, kültürünü ve ardından kimliklerini de kaybedip yok olma eşiğine gelirler. Diğer yandan, Babil adı verilen bu kulenin, başta Oxford olmak üzere 1830-1840'ların Londra’sı ve ardından tüm Britanya İmparatorluğunun sisteminin işleyişinin bağlı olduğu kule olarak ele alınıyor ve bu kulenin yıkılması ile, aslında sistemin aslında nasıl bir pamuk ipliğine bağlı olduğu ve kolayca yıkılabileceği belirtiliyor. Babil'in kaynakların kısıtlılığı gibi bahanelerle kendi ülkesindeki diğer üniversiteler de (Cambridge gibi) dahil bilgi ve teknolojiyi paylaşmaması, sermaye üzerinde egemen olmak isteyen tek güç olmak istemesi ve para üzerindeki açgözlülüğü gibi konuları da vurgulayarak bu sömürgeci bakış açısının aslında ülkenin kendi yıkımına giden yolu da açtığını eleştirmiş bir yandan. Fakat sisteme karşı çıkılabilir mi ya da şiddetin bu karşı çıkışta yeri ve gerekliliği nedir sorusunu ararken kimileri için teslimiyetçi, kimilerine göre distopik, kimilerine göre karamsar ama bana göre gerçekçi bir yerden cevaplandırıyor bu soruyu. Spoiler olmaması adına burada bırakıyorum bu soruyu.
Son bir not olarak, kitabı okurken karakterlerin gelişimi ya da derinliği beni tatmin etmedi; çok mekanik bir yerden konuşup hareket ederlerken karakterlerin içine giremiyorsunuz sanki. Çok yakın bir zamanda okuduğum diğer romanların etkisinden dolayı da böyle hissetmiş olabilirim ama yazar sanki sadece manifestosunu yayınlamak, ırklar ve sömürgecilik hakkında söylemek istediklerini net bir şekilde söylemek için karakterleri kullanmış gibi daha çok. Yine de okurken bana Yuval Noah Harari'nin de eleştirdiği beyaz ayrıcalıklı grubun (kendisi bu grubu WEIRD-"Western, Educated, Industrialized, Rich, Democratic"olarak kısaltıyordu kitabında) dünya düzenini, kendi ayrıcalıklı kesimi üzerinden araştırması; bilimsel, kültürel, sosyolojik deneyleri dahi sadece bu grup üzerinde yaparak değer sistemini oluşturması ve bunu tüm dünyaya diretmesine yaptığı eleştiriyi hatırlattı. Çünkü Babil Enstitüsü’ndeki araştırmalar, sadece Batılı beyazların çıkarlarına hizmet ediyor kitapta; Hintli karakter Rami’nin Sanskritçe bilgisinin İngilizlerin askeri üstünlük sağlamak için kullanılması gibi örneğin. Kendilerini ayrıcalıklı sınıf olarak adleden İngiliz akademisyenler, “ilkel” diye niteledikleri dilleri de kendi üstünlüklerini kanıtlamak için araçsallaştırıyor çünkü. Tüm bunlar. Harari’nin “WEIRD olmayanların tarihsizleştirilmesi” argümanını yansıtıyor gibi ya da oldukça paralel.
Bir de Tevrat'ta Babil kulesine de bir göz atalım. Tevrat’ta, Babil Kulesi, insanların Tanrı’ya ulaşma hırsını ve bunun cezası olarak dillerin karışmasını sembolize eder. Yaratılış (Tekvin) 11:1-9 bölümünde anlatıldığına göre Tufan’dan sonra insanlar Babil bölgesine yerleşir ve burada tek bir dil konuşurlar. Ama Tanrı’ya ulaşmak için göğe değecek bir kule inşa etmeye karar verirler. Tanrı, bu kibri ve birlikte hareket eden insanların gücünü görünce, dillerini karıştırır ve insanlar, birbirlerini anlayamaz hale gelir ve kuleyi tamamlayamaz. Şehir dağılır, insanlar dünyaya yayılır. Tevrat’ta Babil, insanlık için bir kibir ve ahlaki çöküşün simgesi olarak yansıtılır.
Yorum Bırakın