Çocukken, ebeveynlerimizden ama özellikle babalarımızdan dinlediğimiz hikayeler vardır. Hepimiz bu anlatılan hikayeleri tekrar tekrar dinlemişizdir. Büyüklerimizin sözünü kesip “bunu daha önce anlatmıştın” demek yerine heyecanla hikayelerini anlatmaya devam etmelerine izin vermişizdir.
Neydi bu hikayeler? Benim yaşımda olan çoğu insanın bileceği gibi; küçük ve tatlı bir yoksulluk kokan, yine küçük ve tatlı hayallerin, duyguların merkezde olduğu anılardı bunlar. Anne babalarımızın gençliğindeki dünyanın ve Türkiye’nin zorluklarını, yoksulluğunu, imkansızlıklarını dinliyorduk bunlar aracılığıyla. Anne babamızın hikayelerini dinlerken, bir ülkenin ve eski bir dünyanın hikayesine de vakıf oluyorduk.
Benim gördüğüm kadarıyla, bu eski dünyanın içindeki eski Türkiye hüzün kokan bir resimdi. Ne olursa olsun koca bir imparatorluğu kaybetmiş, tüm zorluklarına rağmen milli mücadele yoluyla elindeki toprağa tutunmuş insanların kurduğu bir ülkeydi burası. Ve o insanların aşkları, tutkuları, hayalleri; imkanların onlara el verdiği ve biraz da hadlerini bildikleri müddetçe var olabiliyordu. Daha fazlasını istemeye hakları yoktu
O eski Türkiye’nin içinde bireyin veya bireysel bir yaşamın yeri ne ölçüde mümkündü? Pek bir fikrim yok. Daha doğrusu bu soruya olumlu bir cevap vermenin zor olduğunu düşünüyorum.
Sürekli önümüze çıkan “başarı” hikayeleri genelde o eski Türkiye’ye ait olsa da insanların gerçekte kaçta kaçı bu tarz cesur hayatlar yaşama konusunda bir girişim halindeydi? Yoksa daha çok elindekine şükredip fazlasını istemeyi küfür mü kabul ediyorlardı? Muhtemelen ikincisi.
Bu insanlar büyüdü, Türkiye büyüdü ve dünya çürüdü. Şimdi o başarı hikayesi yazanların kurdukları şirketler doğayı kirleterek, insan haklarını çiğneyerek ve para uğruna her şeyi yaparak ülkemizin ve dünyanın hikayesini kirletmekle meşguller.
Ve onların çocukları olan bizler... Bizim de anlatacak bir hikayemiz olacak elbette.
Ve anlatacağımız hikaye, anne babalarımızın hikayesi gibi küçük şeylerin hikayesi olmayacak. Her şeyin büyük büyük yaşandığı bir dünyaya aitiz çünkü. Bizim dünyamızda küçük düşünmek, küçük şeylerle yetinmek en büyük günahlardan biri. Bizim dünyamız büyük olmanın oyunun bir kuralı haline geldiği ve kurala uymayanların acımasızca oyunun dışına itildiği bir dünya.
Bizim, yani hüzün kokan hayatlara sahip insanların çocuklarının hikayesi, nefret ve öfkeyle dolu bir hikaye olacak. Nefret; çünkü yalanın ağzına yuva yaptığı insanlarla yaşıyoruz ve onlardan nefret ediyoruz. Gözümüzün içine baka baka bize yalan söylemelerinden nefret ediyoruz. Pişkin pişkin gülümsemelerinden, hiçbir şey olmamış gibi hayatlarına devam edebilecek olmalarından ve dahasından nefret ediyoruz.
Öfkeliyiz çünkü bize yalan söyleyenlerin nemalandığı bu dünyanın değişmesini istiyoruz. Anne babalarımıza dahi öfkeliyiz, çünkü dünyanın böyle bir yer olduğunu söylememişlerdi bize. Çocuklarına böyle bir dünya bıraktıkları için pişmanlık duymaları gerekirken hala daha gençleri suçladıkları için onlara da öfkeliyiz ve öyle de olmalıyız.
Bir gün hikayesini anlatma sırası bize de gelecek. Ve anne babalarımızdan taban tabana zıt bu hikayenin sonu, yalancıların ve düzenbazların istediği gibi bitmeyecek. Direnmenin, devrimci eylemin ve yaşama sevincinin dinleyenlerin içini dolduracağı bir hikaye olacak bizimkisi. Ve vermek istediği ana mesaj şu olacak: “Boyun Eğme!”
Yorum Bırakın