Röportaj: Ceren Türkmenoğlu - Kemandan Rebaba, Batıdan Doğuya

Röportaj: Ceren Türkmenoğlu - Kemandan Rebaba, Batıdan Doğuya
  • 0
    0
    0
    0
  • “O, yaycağzını bir hoşça çeken oku

    âşıkların gönüllerine batar, yaralar.

    Rebabın şu dosdoğru sesi, ister Türk

    olsun, ister Rum ülkesinden, ister

    Arap; âşıksa onun dilincedir, onun

    dilidir” (Divân-ı Kebîr, c.4: 154).

    Röportaj: Ceren Türkmenoğlu

    Hazırlayan: Okan Nurettin Okur


    Zamanı ve mekânı aşan ezgilerin yankılandığı bir geceydi. Bridges Oda Orkestrası’nın "Beyond Time and Space” (Zamanın ve Mekanın Ötesinde) başlıklı konserinin sahnesinde, kemanıyla Batı’nın zarafetini, rebabıyla Doğu’nun ruhunu aynı anda dile getiren bir sanatçı vardı karşımızda. Müziğin diliyle kültürlerin kaynaşmasını sahneye taşıyan bu özel isim, konser sonrasında bizi kırmadı ve derin bir sohbet için bizimle buluştu. Modern orkestralardan geleneksel çalgılara uzanan bir yolculuğun hikâyesini dinlemek üzere, konser salonunun loş ışıkları altında başlayan bu sohbet, bizi sadece müziğin değil, aynı zamanda kimliğimizin özüne doğru bir yolculuğa çıkardı.

    ***

    Öncelikle röportaj teklifimizi kabul ettiğiniz için çok teşekkürler. Dilerseniz sanat yolculuğunuzdan başlayalım. Sohbetimiz doğaçlama bir şekilde ilerlesin. Yoğun bir Batı müziği eğitimi ile başlayıp sonrasında Doğu-Batı sentezi yaptığınız sanat serüveniniz nasıl gelişti?

    Davetiniz için ben teşekkür ederim. Müzik eğitimim ortaokulda Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı’nda başladı. Mezun olduktan sonra önce Ankara Devlet Opera ve Balesi orkestrasında, ardından İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası’nda çalıştım. 

    Asıl serüvenim bu yıllardan sonra başladı diyebilirim. Klasik müzik ile çevrili olmak, iyi orkestralarda çalışmak tabii ki çok güzeldi ancak bir noktada kendimi kısır döngü içinde hissetmeye başladım. Müzik çok sonsuz, sınırsız bir şey. Fakat benim içinde olduğum tek bir kısmı vardı, klasik müzik. Bu küreden biraz çıkabilmek umuduyla başka bir ülkeye gitmeye, başka bir müzik ortamını deneyimlemeye karar verdim. 

    Böylelikle hem yüksek lisans yapmak hem de farklı bir müzik ortamının havasını solumak için Amerika’ya, Boston’a gittim. Amacım klasik müzikten tamamen uzaklaşmak değil, ancak müzikte kendime yeni pencereler bulmaktı. Amerika'ya gidince hem hayatıma hem de kültürüme uzaktan bakabilme fırsatı yakaladım. Kültürümüzde sahip olduğumuz pek çok zenginliğin farkına varmaya başladım.

    Boston’da farklı tarzlarda müzikler çalmaya, farklı disiplinlerden müzisyenlerle birlikte çalışmaya başladım. Bir yandan geleneksel müziğimize ilgim çok artmaya başladı. Belki de hali hazırda içimde olan ancak üstüne gitme fırsatı bulamadığım bir ilgiydi bu. Konservatuvarda tamamen klasik batı müziği üzerine bir eğitim almıştım. Benim öğrenci olduğum zamanlarda geleneksel müziğimize veya dünyadaki diğer müzik türlerine dair pek bir şey öğrenmiyorduk, klasik müzik odaklı bir eğitim sistemi içindeydik.

    Bence bu büyük bir kayıp. Evet, klasik müzik konusunda donanımlı müzisyenler olarak yetişmek harika ama bir müzisyenin, sanatçının kendi kültürüne, kimliğine, içinden geldiği geleneğe dair bir altyapıya sahip olması çok önemli bir şey. Bunu insan başka bir ülkede yaşamaya başlayınca daha iyi anlıyor. 

    Dolayısıyla Türk müziği üzerine okumaya, çalışmaya başladım. Bir şekilde yoluma da beni bu alana yönlendiren ve ilham veren insanlar çıktı. Bir hocamın tavsiyesi üzerine geleneksel çalgılarımızdan biri olan rebab öğrenmeye başladım. 

    Türk müziğine dair bir teşvik ya da eğitimi Türkiye'de değil, Amerika'da bulmanız gerçekten ilginç ve üzücü bir durum aslında.

    Bu genel olarak gözlemlediğimiz bir durum diye düşünüyorum. Sadece ülkemize özgü olmamakla birlikte, klasik müzik konservatuvarlarındaki eğitim sisteminden kaynaklı bir durum. Pek çok konservatuvarda Avrupa merkezci bir müzik eğitimi mevcut. Bu okullarda, kişinin asıl alanı ne olursa olsun (klasik batı, caz, geleneksel müzik vs) daha kapsacıyı bir müzik eğitimi verilmesi gerektiğine inanıyorum. Müzik, kollara ayrılsa da özünde bir bütün. Dolayısıyla bir müzisyenin kendine zengin bir müzik birikimi oluşturması, onun ancak daha iyi ve donanımlı bir müzisyen olmasını sağlayacak bir araç olur. 

    Bununla birlikte müzisyen çevrelerinde de zaman zaman kapalı bir bakış açısı hakim olabiliyor. Geleneksel müzik veya geleneksel enstrümanlar çalmam başlarda bazı meslektaşlarım tarafından garip karşılanmıştı. Bu tepki insan doğasına özgü bir durum diye düşünüyorum. İçinde bulunduğumuz çemberden dışarı çıkmaya, farklı bir yol izlemeye korkabiliyoruz. 

    Bir taraftan da, zamanında ülkemizde geleneksel müziğimiz ile batı müziği arasında keskin bir ayrım oluştuğunu göz ardı etmemek gerekir. Yeni bir kimlik ve kültür inşa etme aşamasında, batı kültürünü benimseyip kendi kimliğimiz ve kültürümüzden uzaklaştığımız noktalar olmuş. Bunun bir de tam tersi bir yaklaşım var. Kendi geleneğine bağlı kalmak arzusuyla dışarıdan gelen herşeyi reddetme veya değersiz görme durumu. İkisi de verimli değil. 

    Ne yazık ki.

    Toplum olarak kültürel bir ikilem yaşadığımızı düşünüyorum bazen. Bunları söylerken burada yetişen her müzisyen Türk müziği çalmalıdır demek istemiyorum. Aksine, herkes nasıl bir müzik hayal ediyorsa, icra etmek istiyorsa onu ifade edebilecek özgürlüğe ve ortama sahip olabilmelidir diye düşünüyorum. Ve bir müzisyenin kendi kültürünün müziği konusunda birikime sahip olması, ona fikirlerini ifade yolunda daha fazla araç veren bir dayanak. 

    Yurtdışında bir süre yaşayınca şunu sorguladım. Ben buraya ne katıyorum? Bir müzisyen olarak buradaki sanat ve müzik ortamına ne ekliyorum? Bu sorunun cevabı benim için biraz da köklerimde yatıyordu.

    Bu demek değil ki ben bir geleneksel Türk müziği icracısı oldum veya yönümü tamamen oraya çevirmek istedim. Tabii ki icra etmeye çalışıyorum, ancak geleneksel müziğimiz çok engin bir deniz. Onu hakkıyla öğrenebilmek, icra edebilmek yıllar yıllar gerektiren bir çaba. Her müzik tarzı için bu geçerli, klasik batı müziği de öyle. Ustalık, ulaşılması kolay olmayan, ulaşanın da alçakgönüllülükle eğildiği bir nokta. Bu yüzden müzik yolculuğu sonu olmayan bir yolculuk. 

    Bu aşamada farklı enstrümanlar, farklı müzik türleri çalmak, özellikle geleneksel müziğimize dair birikimimi arttırmak beni daha donanımlı ve bütün bir müzisyen haline getirdi, ve getiriyor. Rebab da bu yolda bana çok şey katan, beni bambaşka yollara çıkaran bir enstrüman oldu.

    Gerçekten çok etkileyici bir yolculuk bu... Adeta bir enstrümanın sizi bulması gibi. Hele ki rebab gibi, hem tarihsel hem de tınısıyla çok özel, nadir bir enstrümanın. Müzikal bir çalgı olmanın ötesinde, bir enstrümanın insana yeni bakış açıları ve duygusal derinlikler kattığı da muhakkak. Bunları konuşmak isterim elbette; ancak önce biraz rebabın kendisinden söz edelim istiyorum. Çünkü eminim birçok kişi bu enstrümana dair çok az şey biliyor. 

    Rebab, üzerine deri gerilmiş hindistan cevizi kabuğundan bir gövdeye sahip, üç telli ve uzun saplı bir enstrüman. Geleneksel olarak ilk teli at kılındandır, ve genellikle bu tel üzerinde çalınır. Zaman içinde klasik kemençe ve keman gibi enstrümanların geleneksel müzik topluluklarında yerini almasıyla biraz unutulmuş bir çalgı.

    Peki kemandan rebaba geçmek kolaylık sağladı mı tam aksi mi?

    İkisi birden. Tabii ki keman çaldığım için bir yaylı çalgıdan nasıl bir ses çıkarmalıyım, veya o sesi çıkarabilmek için ne yapmalıyım onu biliyorum. Notaları doğru basabilmek için nasıl bir sistem oturtmalıyım biliyorum. Dolayısıyla, rebabta keman deneyimimden gelen bir teknik geliştirdim. 

    Fakat şu açıdan zorluk yaşadım. Keman çok stabil bir enstrüman. Her seferinde aynı notayı aynı yerde bulabiliyorsunuz. Bir gün şurada bir gün burada değil, enstrüman kendi içinde oynamıyor. Ancak rebab öyle değil. At kılı teli ve deri gerilmiş gövdesiyle ortamdaki ısıya ve neme göre sürekli değişen bir enstrüman. Bu çalımda biraz zorluk yaratıyor. Diğer yandan keman, sesi yansıtan, uzağa gönderen bir yapıya sahip. Büyük salonlarda bile çalmaya uygun. Oysa rebabın sesi çok yumuşak, neredeyse kendi içinde, kendinle konuşur gibi. Kalabalık bir grupla veya büyük salonlarda çalması, duyulması zor bir çalgı. Bu gibi durumlarda mikrofon desteği gerekebiliyor.

    Peki sizce, rebap sazı günümüzde neden az tercih ediliyor? Rebap, Batı müziğinde orkestrasyona nasıl dahil edilebilir?

    Rebab'ın günümüzde artık çok fazla geleneksel müzik topluluklarında kullanılmamasının sebebi yıllar içerisinde klasik kemençe gibi, keman gibi daha gelişmiş enstrümanların rebabın yerini almış olması. Rebabın ses aralığı çok geniş değil, ses gürlüğü de pek yüksek değil. Çalım tekniği olarak da zorlukları var. 

    Rebab çoğunlukla birinci teli üzerinde çalınıyor. Geleneksel olarak bu tel at kılı oluyor, diğer iki tel de ahenk teli rolü görüyor.

    Tanburdaki ahenk telleri gibi yani.

    Evet, gibi. Dolayısıyla çoğunlukla tek telde çalındığı için hızlı veya atlamalı notalar çalmak biraz zor oluyor. Oysa ki kemanda çok daha kolay bu. Atlamalı veya hızlı pasajlar zor olmuyor. 

    Batı müziğinde orkestrasyona dahil etmek zor değil. Ben her enstrümanın her enstrümanla birlikte çalınabileceğini düşünüyorum. Nisan ayında Frankfurt’ta seslendirilen Gündönümü adlı müziğimde orkestrayla beraber rebabı da kullandım. Bence güzel bir kombinasyon oldu, ilgiyle karşılandı. Programdaki diğer parçalara da dahil ettik. 

    Rebab çalmak kemana göre hangi yönleriyle daha zorlayıcı?

    Bahsettiğim gibi rebabdaki deri, at kılı gibi materyaller ısıdan, nemden çok kolay etkilendiği için rebabın akordu çok kolay bozulabiliyor, bu yüzden çalarken bile telleri ayarlamak gerekebiliyor. Gövdesine gerili olan deri ortam kuruysa geriliyor, nemliyse gevşiyor, çaldıkça at kılı tel ısınıyor ve akordu değişiyor. Bu yüzden kemana kıyasla, özellikle başka enstrümanlarla birlikte çalarken daha zorlayıcı olabiliyor.

    Yani bugün klasik Türk müziğinde pek kullanılmıyor zannedersem. Ya da çok yaygın değil bildiğim kadarıyla değil mi? 

    Evet, çok yaygın değil. Klasik Türk müziği topluluklarında her zaman göremiyoruz. Fakat Tasavvuf müziğinde özel bir yeri vardır. Mevlevilikle çok bağlantısı olan bir çalgıdır rebab.

    Evet, Mevlana'nın oğlu Sultan Veled'in Rebabname eserinde şöyle bir ifade var:

    ''Neyin sesinde bir inlemeden fazla şey yoktur. 

    Rebabda ise bir çok inilti ve perişanlık vardır. 

    Rebabın bütün malzemesi (deri, kıl, tel ve ahşap) gariptir. 

    Her biri kendi vatanından, kendi cinsinden ayrıldıkları için inliyor ve feryat ediyorlar.''

    Tabii bu bu Mesnevi'nin girişindeki Ney'e dair ilk 18 beyite de naziredir. 

    ''Dinle bu neyden ki şikayet ediyor,

    Ayrılıklardan bahsediyor,

    ...

    Benim gibi delik deşik olmuş bir sine gerek;

    Ki ayrılığın arzusunu ve acısını ona anlatabileyim.''

    Yani bu sazlar sıradan bir müzik aleti olmanın ötesinde çok kadim bir kültürü de taşıyor aslında. Bu kültürün devam etmesi oldukça mühim. 

    Evet, ilk rebabım Feridun Obul'un bir rebabıydı. Onu rebapla birlikte ziyaret ettiğimde bana Rebabname’yi hediye etmişti. Rebab yolculuğuna başlayınca tarihini, hikayesini de araştırmaya başladım. Mevlevilik’le olan bağlantısı üzerine okumaya koyuldum. Daha sonra enstrümanın kökenine merak sardım. Rebab çok eski bir enstrüman. Bazı müzikologlar köklerinin 9. yüzyıla kadar uzandığını ve Orta Asya’dan çıktığını söylüyorlar. Günümüz yaylı çalgılarının prototipi olarak görüyorlar. Tabii ki yaylı çalgılar ahşap gibi bozulan materyallerden yapıldığı için, 40 bin yıl önce kemiğe oyulmuş bir flütün aksine, kalıntıları eski dönemlerden günümüze ulaşamıyor.

    Orta Asya’dan rebabla benzer özellikleri olan yaylı çalgıları araştırmaya başlayınca karşıma “igil” sazı ve Tuva Cumhuriyeti çıktı. Tuva’nın müzik kültürü çok ilgimi çekti. Öyle ki oraya bir araştırma gezisi düzenlemeye karar verdim. 

    "İgil", özellikle Tuva Türkleri ve Sibirya bölgesindeki bazı Türk halkları tarafından kullanılan geleneksel bir yaylı çalgıdır.

    Amerika'dan oraya geçtiniz değil mi? Tuva seyahatiniz sırasında Orta Asya müziğini inceleme şansı buldunuz. Tuva ya da Orta Asya müziği hakkında neler söylemek istersiniz? 

    Tuva, Güney Sibirya’da Rusya’ya bağlı özerk bir Türk cumhuriyeti. Coğrafi olarak Asya’nın tam orta noktasında bulunmakta ve yaklaşık 336,000 nüfusa sahip. Tuvaların iki telli İgil isimli bir çalgısı var. Onun da telleri at kılından. O bölgede at kılı telleri olan pek çok çalgı bulmak mümkün, Moğolistan, Çin gibi. Fakat İgil özellikle dikkatimi çekti. Diğer yandan Tuva’da müziğin ne kadar doğayla iç içe olduğunu öğrenmiş bulundum. Tuva’da Şamanizm ve Budizm’in karışımı bir inanış var. Şamanizm tamamen doğayla bağlantılı, doğayla iç içe bir inanış. Dolayısıyla müzikleri hem doğadan ilham alıyor, hem de doğa için yapılıyor. Doğadaki sesleri enstrüman ve insan sesi ile yeniden yaratıyorlar. Doğaya bir hediye vermek istediklerinde, şükranlarını sunmak istediklerinde de yine bunu müzikle yapıyorlar.

    Doğadaki sesleri dikkatli bir şekilde dinlemek aynı zamanda hayatta kalmak için çok önemli onlar için. Tuva’da sert karasal iklim hakimdir. Bu, sıcaklık farklarının yıl boyunca çok büyük olması ve yağış miktarının az olması anlamına gelir. Tuva’da nüfusun bir kısmı hala göçebe olarak yaşamaktadır. Bu yüzden göçebeler için zorlu doğa koşullarında yaşam ancak doğayla uyum içinde olmak kaydıyla sürdürülebilir.

    Mesela kışın belli bir kuşun ötmesi onlara yakın zamanda toprağın buzunun çözüleceğini haber verir. Bunun üzerine toprağa tohumları serperler. Veya başka bir kuş öttüğü zaman anlarlar ki yakında don geliyor, ona göre tedbir alınır. Av zamanını, göç zamanını, hayvanlarını nerede otlatacaklarını hep doğadaki ses ve işaretlere göre belirler göçebeler. Bu yüzden doğadaki ses dünyasıyla iç içe bir yaşamları var. Enstrümanları da hep ya bir hayvanı temsil ediyor ya da doğal bir yeri. İgil de atı temsil eden bir çalgı, hatta akort burgularının olduğu yerde bir at başı figürü bulunuyor.

    Yaylı mı mızraplı mı İgil?

    Yaylı bir çalgı, at kılından yapılmış iki teli var. Bu benzerliği görünce rebab ile arasında bir bağ kurdum. Rebab’ın Orta Asya’ya dayanan köklerinin olması, Tuvaların Türk olması ve dolayısıyla onlarla ortak bir geçmişe sahip olmamız, atalarımızın o coğrafyadan gelmiş olması ve Şamanizm inançları gibi pek çok unsur beni oraya çok çekti. Sonuçta, rebab ve kemanımı da yanıma alarak Tuva’ya yola çıktım. Yani bir anlamda Tuva’ya gitmeme rebab vesile oldu.

    Siz anlatırken, aklıma şu geldi. Diyonizosçular (Antik Yunan'da Diyonizos kültü etrafında toplananlar), müziği doğrudan doğanın içgüdüsel, ilkel ve gerçek özüyle ilişkilendirirlerdi. Onlara göre müzik; akıl ve düzeni temsil eden Apolloncu dünyanın aksine, insanın bilinçaltındaki tutkuları, taşkınlıkları ve doğaya olan bağlılığını ortaya çıkarırdı. Müzik, sözsüz, doğrudan ve bedensel bir deneyimle insanı bireysel benliğinden kurtarıp, evrensel bir varoluşla bütünleştirir; böylece insan, doğanın ve varoluşun çıplak gerçeğine en saf haliyle ulaşırdı.

    Evet, anlayabiliyorum. Ben de öyle hissediyorum bir müzisyen olarak. Sözler bana bir yerde yetersiz geliyor bazı şeyleri ifade etmek için. Belki bir yazar, bir şair olsam böyle hissetmezdim, ama yine de müzikle ifade edilebilecekler sınırsız geliyor. Kelimelerin ifade edebileceğinden daha fazlasını ifade ettiğini hissediyorum.

     

    Şimdiye kadar birçok ülkede bulundunuz, farklı kültürlerden insanlarla birlikte çalıştınız ve konserler verdiniz. Bu arada rebap konusunu da yavaş yavaş toparlıyoruz; biraz uzun sürmüş olabilir ama doğrusu ben rebap üzerine konuşmayı çok seviyorum. Şunu merak ediyorum: Rebap sesini ilk kez duyan farklı kültürlerden insanlar nasıl tepkiler veriyor? Tepkiler kültürden kültüre değişiyor mu? Örneğin Orta Asya’dan, Çin gibi bölgelerden gelen biri rebap sesini duyduğunda, bu ses onlara çok tanıdık geliyor olmalı. Bunun gibi örneklerde nasıl karşılıklar alıyorsunuz?

    Asyalı biri duyduğunda çoğunlukla Erhu’ya benzetiyor sesini. Erhu, Çin’e ait bir enstrüman. Rebab erhuya göre daha pes bir ses aralığında, ancak tını olarak benziyor. Tabii Batılı müzisyenlere rebab daha ilginç geliyor. Onlar batı enstrümanlarına alışkın oldukları için rebabın insan sesine benzer tınısı onlara farklı geliyor. Farklı olduğu için de güzel aslında. 

    Erhu

    Modern enstrümanların yapımına baktığımızda standart bir kalıp görüyoruz. Ama geleneksel enstrümanlarda başka bir şey var. Çünkü her biri şahsına münhasır, kendine özgü bir tını taşıyor. İki aynı tür geleneksel enstrüman arasında bile çok fark olabiliyor. Çünkü milimetresine kadar aynı bir standarda oturtulmak zorunda değiller. 

    Tuva'da bir enstrüman yapımcı ile konuşma şansım oldu, hatta benim için bir igil yaptı. Bana dedi ki, biz bir enstrüman yapacağımız zaman onu kimin çalacağına göre yaparız. Onun fiziksel özelliklerine göre şekillendiririz enstrümanı. Yani modern çalgılardaki gibi standart, değişmez ölçüler değil de, kimin çalacağına göre şekillenen bir durum var. 

    Yurt dışında Doğu müziğine karşı bir ilgi de var sanki değil mi? Yani son zamanlarda çok karşılaşıyorum sentez müziklerle.

    Evet. Çünkü artık müziğin ne olduğu konusunda daha açık bir görüş var bence. Bu zamana kadar batıda Avrupa merkezli bir bakış hakimdi müziğe. Farklı kültürlere de bu empoze edildi. Yine Tuva'ya gideceğim küçük bir örnek için. Gerçi Dünya’daki pek çok azınlık kültürün yaşamış olduğu bir durum. 

    Sovyet döneminde Tuvaların geleneksel çalgılarını çalmaları, geleneksel giysilerini giymeleri ve inanış biçimleri olan Şamanizmi sürdürmeleri yasaklanmış. Mesela, Şamanların nesilden nesile aktardıkları çok kıymetli eşyaları var, maskeler veya düngür dedikleri davullar gibi. Onlar yakılmış, tahrip edilmiş. Geleneksel müzikleri yerine klasik batı müziği çalmaları yönünde baskı yapılmış. Geleneksel çalgılarındaki at kılı teller sökülüp metal teller takılmış. Kısacası Sovyet Rusya’nın dağılmasına kadar büyük bir kültürel baskı yaşamışlar.

    Türkiye'de de farklı bir anlamda kültürel baskı gözlemleyebiliyoruz. Burada da özendirme yoluyla kültürümüzden uzaklaştığımızı görebiliyoruz. Batı kültürü medya yoluyla, teknoloji yoluyla, alışkanlıklarımız ve algımızın yönlendirilmesi yoluyla empoze ediliyor. Bu da uzun vadede kültürelerin kendine has değerleri kaybetmesine sebep oluyor bence. Adeta Dünya’da herşey standartlaşıyor. Oysa ki her toplumu özel yapan şey onların uzun yılların birikimiyle gelişmiş olan kendilerine özgü kültürü.

    Müziğe geri dönecek olursak, evet, batı klasik müziği çok ileri, muhteşem bir sanat. Hatta batı klasik müziği demek sınırlandırıcı olabilir, neticede bu küresel bir müzik dili. Ama onun ötesinde de bir şey arıyor insan. Neden? Çünkü en başta dediğimiz gibi, müzik bir ifade. Kelimelere, kültürlere sığmayan bir ifade. Kültürleri ve insanları birbirine yaklaştıran, birbirini tanımaları, anlamaları ve sevmelerine vesile olan bir köprü. Bu yüzden şimdi Avrupa ve Amerika’da Dünya müziğine ilginin çok arttığını gözlemleyebiliyoruz. 

    Amerika’da şunu fark ettim. İnsanlarda bir kültürel açlık var. Farklı kültürleri çok merak ediyorlar ve sanatın her türünü takdirle karşılıyorlar. Pek çok farklı kültürün müziğine ben de ilk defa orada şahit oldum. Mesela bir gamelan topluluğunu ilk defa orada dinledim. Veya bizim sınır komşumuz olmasına rağmen İranlı, Suriyeli müzisyenlerle ilk defa orada çalışma şansım oldu. Hatta kendi enstrümanlarımız olmasına rağmen ney, ud ve tambur ile ilk defa orada birlikte çaldım. İlk defa bir Mevlevi ayinine orada katıldım. Bu birazcık da içinde bulunduğumuz ve büyüdüğümüz ortamla alakalı tabii. Bahsettiğim gibi, klasik müzik konservatuarında yetişip bu alanda çalışmaya başlayınca farklı müzik kültürleriyle karşılaşacağım bir ortamım olmamıştı burada.

    Bu durum bana, kültürümüzün kıymetini içeriden bakarken fark edemediğimizi gösteriyor. Su içinde yaşayan balığın suyu fark edememesi gibi... Belki de kendi kültürümüzü anlayabilmek için araya biraz mesafe koymak, uzaklaşmak, başka kültürlerle etkileşime girmek gerekiyor. En önemlisi de, bizde eksik olan şey: merak.

    Merak dünyadaki en önemli şey bence. İnsanın gelişmesini sürdüren yegane şey. Dünyanın farklı bir noktasını merak ediyoruz. Orada insanlar nasıl yaşıyor? Duygularını nasıl ifade ediyorlar? Ne yiyorlar, ne içiyorlar, ne düşünüyorlar? Hepimiz aslında bir yerde diğer insanların dünyayı ve hayatı nasıl algıladığını merak ediyoruz. Bu merakı canlı tutabilmek çok önemli. Elbette hayatta kalma mücadelesi içindeyken bu arayışı canlı tutmak zor. Ülkemizdeki hayat koşulları göz önüne alındığında, kültür, sanat, farklı kültürleri merak etmek filan epey bir lüks olmuş durumda. Toplumsal olarak bu kadar sıkıntı içindeyken, temel ihtiyaçlarımız ve haklarımıza bile erişmede zorluk yaşarken oraya gelene kadar çok fazla sorunumuz var.

    Kesinlikle haklısınız. Tam da bu yüzden, sanat insanın ruhen ayakta kalabilmesi için zorunlu bir ihtiyaç gibi geliyor bana. Çünkü sadece bedenen değil, zihnen ve duygusal olarak da hayatta kalmak gerekiyor. Hele ki böylesi zor zamanlarda, bir ezgi, bir hikâye, bir görüntü insana nefes aldırabiliyor. O yüzden belki daha da kıymetli hâle geliyor bu alanlar. Şimdi asıl soruma gelmek istiyorum:

    Geleneksel müzikle modern müzik arasında bir bağ kurmalı mıyız? Yoksa klasik müzik olduğu gibi korunmalı mı? Batı çalgılarıyla, örneğin piyano veya gitarla makamsal formların icrası sizce doğru mu? Bu tür enstrümanlar makamların ruhunu yansıtabilir mi, yoksa müziğin özüne zarar verir mi? Bu konudaki görüşlerinizi merak ediyorum.

    Güzel bi noktaya parmak bastınız, bu çok hassas bir konu. Ben şöyle düşünüyorum: Öncelikle, sanatçıların özgürce üretebilecek, yeni şeyler deneyebilecek alanlara sahip olması lazım. Eğer sürekli yargılanmayla, eleştiriyle, kısıtlamalarla karşılaşırlarsa insan, doğası gereği kapatır kendini. Yeni fikirler geliştiremez, gelişemez, üretemez. Yaratıcı işler yapan insanların açık görüşlü, dürüst ve destekleyici bir alana ihtiyacı var. Bunu kendilerine gerek arkadaş çevreleriyle gerek meslektaşlarıyla oluşturmalılar. 

    Bununla birlikte, Türk müziğini diyorsunuz mesela piyanoda çalsınlar mı? Veya geliştirilsin mi, modernleştirilsin mi? Şimdi bu konuda da şöyle bir görüşüm var, o da şudur ki, bir şeyler geliştirilecekse bile özünü bozmadan, aslına saygısızlık etmeden yapılmalı. Çünkü diğer türlü o geleneğe ve tarihi mirasına saygısızlık oluyor. Eğer modernleştirdiğimizi sandığımız şey yüzeyselleşiyor, ticari bir şeye dönüşüyorsa, yanlış yapıyor olabiliriz. Dolayısıyla önce özünü anlamamız, konuya hakim olacak bilgi ve birikime ulaşmamız lazım. Özünü anlamadan ben bunu modernleştireceğim, şunu ekleyip bunu çıkaracağım, şu parçayı bu enstrümanda makamsız çalacağım gibi hamleler o müziğe yeni bir anlayış getirmekten ziyade özünü bozabiliyor.

    Bunun yanı sıra, yeni bir şey ortaya koyarken herkesi mutlu edecek doğru bir cevap belki de yok. Zaten herkesi mutlu etmeye çalışmak sanatçının işi olamaz. Sanatçının dinleyiciyi, seyirciyi birazcık da zorlaması lazım. Yeni bir kapı açmaya, eleştiriyle yüzleşmeye cesaret edebilmesi lazım. Ama bu bilgi ve birikim çerçevesinde yapılmalı ki ortaya kaliteli bir iş çıksın. Aksi halde, sadece aykırı olma çabasıyla bir şeyler yapılınca önemli noktalar gözden kaçabiliyor. 

    Belki de bunun en bariz örneklerinden biri modernleşme çabası bağlamında Cumhuriyet dönemindeki Arel Ezgi Uzdilek sistemiydi. Bu sistem, müziğin zenginliğinden arındırılarak neredeyse yalnızca kuramsal temeller üzerine inşa edildiği bir sadeleşmeye yol açtı. Fakat klasik eserlerdeki esas ruhu veren şey o detaylardı. Siz bunu çıkaralım da basit bir hale getirelim ki herkes kolay anlasın dediğinizde ruhu da çekip alıyorsunuz.

    Maalesef bir değer kaybı oluyor. Geçen aynı konuyu Aşık Veysel'in eserleri üzerinden bir arkadaşımla konuştuk. Bir türküsünün notaya alınmış hali vardı. Ancak ses kaydını dinlediğimizde notaya uymuyor. Tartım ve notalar basitleştirilerek, standart bir ölçü içine sığdırılarak yazılmış. Ama aslı öyle değil, oldukça komplike. Basitleştirme gayesiyle özünden uzaklaştırılmış bu şekilde.

    Belki de bizim kültürümüzde notaya geçişin bu kadar gecikmesinin temel sebeplerinden biri buydu. Geleneksel meşk usulü—yani öğrencinin hocanın dizinin dibine oturup doğrudan ondan öğrenmesi, bir nevi “fem-i muhsin”den, yani güzel, doğru ağızdan bizzat işiterek öğrenmesi—yalnızca eserin notalarını değil; ruhunu, tavrını, hissiyatını da aktaran bir yöntemdi. Oysa eser bir kez notaya indirgenince, tüm bu incelikler, o canlı aktarım geleneği yavaş yavaş kayboluyor. Geride sadece kuru notalar kalıyor; eserin derinliği, duygusu, kimliği silikleşiyor. İşte bu endişeyle, uzun yıllar boyunca notasyon sistemine mesafeyle yaklaşılmış, hatta bazı müzisyenler bu dönüşüme bilinçli olarak direnmişler.

    Evet, meşk çok gerekli bir sistem. Neticede nota sadece bir yol haritası gibi. Klasik müzikte de böyle diyebilirim. Elbette klasik müzikte daha detaylı bir yazım yöntemi var ama yine de notalara asıl ruhunu verecek olan şey çalan kişinin yorumu, doğru stilde çalması, doğru karakteri verebilmesi. Bunların hepsi notada yazılı olmayabiliyor ve bunu da en başta ustalardan dinleyerek öğrenip oturtması gerekiyor müzisyenin. 

    Diğer yandan eserlerin zaman içinde unutulup gitmemesi için notaya alınması elbette ki çok önemli. Bu konuda tarihte Avrupa’dan Osmanlıya gelmiş müzik insanlarının büyük katkısı olmuş. Asıl ismi Wojciech Bobowski olan Ali Ufkî Bey (1610?–1675?) Mecmua-yı Saz-ü Söz adlı elyazmasında 544 kadar eseri Batı notasyon sistemini Osmanlı müziğine adapte ederek notaya almıştır. Dmitri Kantemir (1673– 1723) geliştirdiği nota sistemi ile Kantemiroğlu Edvarı olarak bilinen elyazmasında 350’den fazla saz eserini notaya almıştır. 

    Ali Ufki Bey

    Daha sonraki yıllarda III. Selim’in isteği üzerine Ermeni asıllı Osmanlı müzisyeni Hamparsum Limonciyan bir nota sistemi geliştirmiştir. Bu sistem uzun süre kullanımda kalmıştır ve o zamanlardan pek çok eserin günümüze ulaşmasını sağlamıştır. Ancak yine de müzisyenler notasyonun kendi başına yeterli olmadığı görüşünde birleşip meşk usulünün önemine dikkat çekmişlerdir. 

    Benzer bir yaklaşıma Tuva’da da rastladım. Orada görüştüğüm bir etnomüzikolog, Tuva müziğinin Batı notasyonu ve terminolojisi kullanılarak tam anlamıyla anlatılamayacağını, bu şekilde aktarılamayacağını savunuyordu.

    Nota aslında bir harita gibidir. Nereden nereye gidileceği belki yazılıdır ama oraya nasıl varılacağını müzisyenin kendisi belirler. Ve bu bilgi de ancak dinleyerek, çalarak ve hissederek edinilebilir.

    Kesinlikle öyle. Örneğin, uşşak makamı bir eserde, notasyondaki gibi doğrudan segah perdesi basarsanız, eserin ruhunu tamamen bozarsınız. İcracı olarak bu makamın karakterini bildiğinizde, bu perdeyi bilhassa iniş cazibesiyle pestleştirerek makamın ruhunu vermiş olursunuz. Yani dediğiniz gibi, nota kendi başına hiçbir şeyi tam olarak barındırmaz. Asıl önemli olan, eserin tavrını ve yorumunu doğru şekilde aktarabilmektir.

    Makamlar üzerine çalışırken çok etkileyici bir anlatımla karşılaşmıştım. Yazılışında aynı perdeleri içeren üç farklı makamı anlatıyordu. Ancak icrada bu perdelerin duyuluşu başka. Nota üzerinde perdeyi gösteren simge aynı olabilir; fakat kulağa gelmesi gereken ses farklı.

    Bu durumu anlatan kişi şöyle bir benzetme yapıyordu: “Bu üç makamı üçüz kardeşler gibi düşünebiliriz. Yüzlerine baktığınızda birbirlerine çok benzerler; ama aslında her biri ayrı bir karaktere, ayrı bir ruha sahiptir.” Gerçekten de makamları sadece dizisel yapılarına bakarak değerlendirmek yetersiz olur. Çünkü her birinin perdesi, seyri ve ifade biçimi farklıdır. Onları tanımak, anlamak ve doğru icra etmek için bu farklılıkları duymak ve hissetmek gerekir.

    Evet, aynı diziyle farklı makamlar icra etmek mümkün. Böyle böyle 600 küsur makam olmuş ve zannedersem bugün konservatuarlarda ne yazık ki pek azı öğretilebiliyor. O zaman geriye kalan makamlardaki o zenginlik tamamen gidiyor. Bu durum gerçekten çok üzücü; çünkü bu sadeleştirme, makam müziğinin derinliğini ve renklerini yok saymak anlamına geliyor. Peki burada şu soruyu sorayım. Müziği/müzikleri kategorize etmek ne kadar doğru bir tutum sizce? 

    Günümüz müzik piyasası bunu biraz zorunlu kılıyor sanırım. Müzik dinlemek için bir platform açtığınızda bir dünya janra içinden seçiyorsunuz. Bu kategorilendirme bazen yanıltıcı da olabiliyor. Açıkçası ben bazen yazdığım bir müziğin ne olduğuna karar veremiyorum. Klasik müzik değil, geleneksel değil, arasında bir şey belki ama öyle de tanımlanmıyor. Müzik yani o. Dolayısıyla evet, bilemiyorum. Ben müziği bir bütün olarak görüp, öyle algılayıp, öyle icra etmek istiyorum, kategorilere ayırmadan. Belki de kategorilendirme müzisyenlerin değil de araştırmacıların işidir. 

    Yani nedense müzik söz konusu olduğunda o evrenselliği kaçırıyoruz biz bir şekilde.

    Belki de. Kategoriler bazen araya bir duvar koyuyor. Dinleyicinin tarafsız olarak dinlese bağ kurabileceği bir müziğe merak edip yaklaşmasını veya ulaşmasını engelliyor. Müzik ayırmak bana biraz ırkçılık gibi geliyor. Ne bileyim, Çinlilerle asla konuşmam demek gibi. Mesela, Arabesk hayatta dinlemem, Hint müziği sevmem deyince pek çok şeye kendimizi kapatmış oluyoruz. Elbette insan bazı müzik türlerini diğerlerinden daha çok sevebilir. Ama iyi müzik - kötü müzik arasındaki fark bence türlerle değil, o müziğin kalite, ustalık, özgünlük ve gerçekliğindedir. 

    Evet, yani insan yeri gelir, ruh hali onu gerektirir ve arabesk müzik dinler. Ve o hislerine tercüman olur. Ruh halimiz değişir ve bazen farklı müzikte derman buluruz. 

    Evet, burada asıl konu iyi müzik, kaliteli müzik, emek verilmiş ve özgün müzik. Öyle olunca türü ne olursa olsun ruha dokunuyor.

    Türkiye'de klasik müziğin gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz? Umut verici gelişmeler var mı? Nedir son durumlar? 

    Elbette pandemi dönemi bazı şeyleri sekteye uğrattı. Özellikle senfoni orkestraları, operalar gibi büyük çaplı projelerin yüksek maliyetli olması, bu tür çalışmaların devlet, belediye veya şirketlerin desteğine ihtiyacını zorunlu kılıyor. Keşke bu alanda daha fazla finansal destek sağlanabilse… Böylece projeler çeşitlenir, artar ve çok daha geniş kitlelere ulaşabilir. Aslında klasik müzik, tanışık olmayan birçok insanın kendini uzak hissettiği bir alan. Bunun sebebi, insanların bu müzik türüyle bağ kurabilecek bir giriş noktasına sahip olmamaları. Oysa bu kapı aralanabilse, müzik adı altında çok daha fazla insana ulaşmak, daha çok şehirde etkinlikler düzenlemek ve yaygınlaştırmak mümkün olabilir.

    Türkiye’de gerçekten çok başarılı müzisyenler yetişiyor. Öyle ki çoğu zaman imkansızlıklar içinde insanlar kendilerine yeni imkânlar yaratıyor. Bazen zorluklar da insanları motive ediyor, işlerine daha tutkuyla sarılmalarını sağlıyor. Tüm Dünya’da bizi temsil eden çok iyi müzisyenlerimiz var. 

    Çocuklar için müzik eğitiminin çok önemli olduğuna inanıyorum. Keşke daha fazla çocuk küçük yaşlarda müzikle ve enstrümanlarla tanışabilse… Bu deneyim, meslek olarak sürdürülsün ya da sürdürülmesin, hayatın doğal bir parçası olmalı. Çünkü müzik bir enstrüman çalmakla sınırlı değil; aynı zamanda insana bir amaç, bir kimlik kazandırıyor. Bir ifade biçimi, bir ses oluyor. Müzik eğitimi insana emeğin, özverinin, disiplinin ne demek olduğunu öğreten, işbirliğinin önemini gösteren; kısacası iyi bir insan olma yolunda kişiye rehberlik eden çok güçlü bir araç.

    Ne güzel ifade ettiniz, gerçekten öyle. Müzik, insanda büyük bir farkındalık ve hassasiyet yaratıyor. Çünkü insanı derinleştirirken aynı zamanda daha kırılgan, daha savunmasız bir hale de getirebiliyor. Bu da gösteriyor ki sanat, bir yandan ruhu beslerken, diğer yandan duygusal açıdan büyük bir yük de taşıyabiliyor.

    Belki de öyle, evet. Duyarlılığın yükselmesi duygusal bir yük getiriyor olabilir. Hayatı bir tık daha zorlaştırıyor olabilir, çünkü dediğiniz gibi daha da hassaslaşıyorsunuz, farkındalığınız yüksek oluyor. Daha kırılgan olabiliyor insan.

    Ancak duyguları hissetmek ve ifade edebilmek, dışa vurabilmek bence çok sağlıklı bir şey. Müzik onun için bir alan yaratıyor. Çünkü dışa vuramadığımız şeyler, kendimizi ifade edemediğimiz noktalar zaten içimizde kalarak bir düğüm, bir sıkıntı yaratıyor. Dolayısıyla duyguları müzikle ifade edebilmek ve yaşayabilmek güzel birşey. Öyle ki, müzik hepimizi ortak duygularda buluşturuyor. Hepimizde vardır, bazen kilitleyip sakladığımızı sandığımız duygular dinlediğimiz bir müzikle birlikte titreşir ve akıverir.

    Doğru. Sait Faik'in ''Yazmasam deli olacaktım.'' dediği gibi. Hakikaten sanat öyle bir şey. Aslında Mevlana'nın Ney için dediği gibi hem zehri hem panzehiri içinde barındırıyor. Evet. Daha hassas hale geliyorsunuz fakat bunun çaresi de sanatta mevcut. 

    Evet, böyle iç içe geçmiş bir durum. Her şeyden önce sahneye çıkmak, insanların önüne çıkıp onlara bir şeyler sunmak bile başlı başına tedirgin edici bir şey. Nasıl karşılanacağınızı bilmiyorsunuz. Tedirginliğin ve korkunun üstüne gidecek bir cesaret gerekiyor. Müzik yapmak, sanat yapmak, yaratıcı bir şey ortaya koyabilmek insanı kendisiyle çok yüzleştiriyor. Ama güzel bir yüzleşme. Çünkü o paylaşma hali, insanlara bir şey verme, bir şey söyleme ve karşı tarafın onu aldığını, anladığını görmek çok değerli bir şey. Müzik, sanat dışında o bağı hiç tanımadığın bir insan grubuyla kurabilmenin başka bir kanalı yok belki de.

    İçinde birkaç bestemin de olduğu albümümü yayınlayacağım zamanı hatırlıyorum. Çok tedirgin hissetmiştim kendimi. Birisi günlüğümü alıp okuyacakmış gibi geldi. Beste yapmak, kendi müziğini yazmak son derece kişisel birşey. İnsan iç dünyasını, hislerini paylaşıyor. İlk başta bu kadar öznel bir şeyi insanlarla paylaşmak tedirgin edici gelebiliyor. Ama sonra, dinleyenlerden olumlu geri dönüşler duyunca, başka insanların benim müziğimle bağ kurduğunu, dinlediğini ve onlara birşeyler hissettirdiğini görünce büyük bir mutluluk yaşadım. Çünkü sanat, en temelde kendini anlatma ve anlaşılma biçimi. O ifadelerin karşılık bulduğunu görmek, insanı derinden mutlu ediyor.

    Sanatçının içinde muazzam bir estetik potansiyel taşıdığına inanıyorum. Bu potansiyelin mutlaka bir şekilde dışa vurulması, tezahür etmesi gerekiyor — kimi zaman bir sesle, bir enstrümanla, kimi zaman bir heykelle ya da bir fırçayla. Peki bugüne kadar icra ettiğiniz eserler arasında sizin için en özel olan hangisiydi? Derin bir anlam taşıyan, belki her çaldığınızda sizi duygulandıran bir eser var mı?

    Seçmesi zor, ancak Bach'ın Chaconne adlı, solo keman için yazdığı eser benim için öyle diyebilirim. Yüreğe dokunan bir eser. Üzerine çok çalıştım. Siz soruyu sorunca onu düşündüm. Ama dediğim gibi seçmesi zor. Çünkü pek çok müzikte bir şeyler buluyor insan. Mesela, en sevdiğiniz besteci sorusu, o da söylemesi zor.

    En sevdiğiniz besteniz diyeyim o halde?

    Mai diyebilirim. Aslında müzik yazmaya devam etmek konusunda beni yüreklendiren parça oldu benim için. Hem yazmaya hem de paylaşmaya. Az önce siz de söylediniz ya; insana o yaratma, dışa vurma dürtüsü geldi mi, onu bastırmak mümkün olmuyor. İşte bu parça da öyle ortaya çıktı. Oturup da bilinçli şekilde 'bir şey yazayım' demedim. Aksine, defalarca 'bu çok saçma, çok çirkin, hiçbir şeye benzemiyor' diyerek bir kenara attığım ama sonra tekrar dönüp içimde bastıramadığım bir duygunun dışavurumu olarak ortaya çıkan bir müzikti.

    Evet, albümün ismi de Mâi bu arada değil mi? 

    Evet... Çünkü albüm aslında o parçayla birlikte doğmuş oldu. Halbuki başta bir albüm yapma fikrim yoktu. Pandemi döneminde, ani bir kararla Türkiye’ye geri dönmüştüm. Oldukça zor bir süreçti. Tam bir belirsizlik hâkimdi; stres, kayıplar, kaygı... Müzik yazmak, o dönemde bu duygularla baş edebilmemin yolu oldu. Bir tür sığınak oldu benim için.

    Mai isimli bestem bu zamanda doğdu. Arapça kökenli bir kelime olan Mai, suyu ve onunla ilişkili tüm anlamları barındırıyor içinde. Suyun akışkanlığı, rengi, doğası... Aynı zamanda su, felsefede hayatın başladığı ve sonunda geri döneceği kaynak olarak görülür. O parçayı, pandemide zamansız kaybettiğimiz insanlara bir atıf gibi düşündüm. Sevdikleriyle vedalaşması bile mümkün olmayanların bir huzura, birliğe, sonsuzluk denizine kavuştuğunu hayal ederek yazdım.

    Sonrasında birkaç parça daha ortaya çıktı. Derken değerli arkadaşım Hakan Kuşun, “Madem bunları yazıyorsun, neden bir albüm yapmıyorsun?” diye bir öneride bulundu. Bu öneri bana o belirsizlik döneminde bir amaç verdi. Albüm olmasa, o dönemin ruhsal yükünü kaldıramayabilirdim. Bu yüzden Mai'nin yeri bende çok ayrı.

    Ceren Türkmenoğlu'ndan MAİ eserini dinlemek için tıklayınız!

    Ne güzel... İyi ki olmuş. Bu arada henüz dinlemedim Mai’yi, ama mutlaka dinleyeceğim. Hatta okuyucular için yukarıda link paylaşacağım. Şimdi biraz daha derin ve üzerine uzun uzun konuşulabilecek bir soruya geçiyorum: Kadın sanatçı olmak. Türkiye'de kadın sanatçı olmanın zorlukları zaten apayrı bir konu ama oraya geçmeden önce, istersen yurt dışından başlayalım. Amerika’da kadın sanatçı olmak nasıldı senin için? Ne gibi zorluklarla karşılaştın, orada bu konuda nasıl bir deneyim yaşadın?

    Kadın olmak diye de başlayabiliriz. Özellikle bu ülkede kadın olmak.

    Ben ne kadar şanslıyım ki eğitim alma şansım oldu. Bir şehirde dünyaya geldim, bilinçli bir ailem vardı. Pek çok kız çocuğu bu şansa sahip olmuyor. Okuma hakkı elinden alınıyor. Çocukluğunu yaşama hakkı elinden alınıyor. Çocuk yaşta zorla evlendiriliyor, kendisi çocukken çocuk sahibi oluyor. Tehdit altında olduğu vakalarda can güvenliği korunmuyor. Her yıl yüzlerce kadın aile, eş, erkek arkadaş gibi en yakınları tarafından öldürülüyor. Devlet kadınları korumuyor. Kadın hakları ve güvenliği bu derece tehdit altında olmasına rağmen, devletimiz İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı alıyor. Hatırlatmak adına yazma gereği duyuyorum: İstanbul Sözleşmesi, tam adıyla Kadınlara Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi, Avrupa Konseyi tarafından hazırlanmış uluslararası bir insan hakları sözleşmesidir. 45 ülke ve Avrupa Birliği tarafından imzalanan bu sözleşme, kadına yönelik şiddet ve aile içi şiddetin önlenmesi ile bunlarla mücadelenin temel standartlarını belirler ve devletlerin bu alandaki sorumluluklarını tanımlar.

    Bir toplumda denge ancak toplumu oluşturan bütün bireylerin söz sahibi olmasıyla, kendini ifade edebilmesiyle, güvende olmasıyla sağlanabilecek bir şey. Ülkemizdeki kadınlara yönelik politik tutum ne yazık ki yıkıcı bir noktada. Bu eşitliği ve dengeyi sağlamayı salt devlete bırakamayacağımız bir noktadayız. Bunu sağlamak toplumdaki her bireyin, hayatlarının her dakikasında bilinçli olarak aldıkları tutumla ve davranışlarla mümkün olacaktır. 

    Kadın sanatçı olmak sorusuna gelince de, elbette bu alanda geçmişten gelen bir fırsat eşitsizliği olduğunu kabul etmek gerekir. Bu sadece Türkiye’ye özgü bir durum değil. Klasik müzikten söz etmek gerekirse, eskiden orkestralarda kadın müzisyen görmek mümkün değildi. Kadın orkestra şefleri hiç mümkün değildi. Kadın besteciler de pek yaygın değildi. Bugün baktığımızda tarihten kaç kadın besteci ismi sayabiliyoruz? Birçok kadın sanatçı, büyük mücadeleler vererek eserlerini ortaya koyabildi ama buna rağmen yok sayıldı. Bu durum sadece müzikte değil, edebiyatta da, sanatta da, bilimde de, her alanda böyle maalesef.

    Boston’dayken haberdar olduğum bir olaydan bahsetmek istiyorum. Boston Senfoni Orkestrası dünyadaki en prestijli orkestralardan biridir. Bu orkestrada flüt grubunda ilk defa bir kadın grup şefi oluyor. Grup şefi, her enstrüman grubunun başında yer alan, solo partileri icra eden ve grubun sorumluluğunu taşıyan kişidir. Bu kadın müzisyen uzun süre görevine devam ediyor, ancak bir süre sonra aynı statüde yer aldığı erkek grup şefi meslektaşlarından daha az maaş aldığını fark ediyor.

    Bunun üzerine bir hukuk bir mücadelesi başlatıyor. Toplumdan büyük destek görüyor; hem birçok insana ilham oluyor hem de birçok kişiden güç alıyor. Sonunda hakkını alıyor, eşit maaş talebini kabul ettiriyor. Sonrasında da bu konuyla ilgili konuşmalar, konferanslar vermeye başlıyor. Kendisinin Ted konuşmasını izlemiştim ve çok etkilenmiştim. (Elizabeth Rowe) Hâlâ bu tür şeylerin günümüzde yaşanıyor olması hem düşündürücü hem de kadınlar olarak mücadelemizin neden henüz bitmediğini gösteren net bir örnek.

    Bu yüzden her yaptığım işte o mücadeleye devam etmiş hissediyorum. Bir kadın sanatçı olarak var olabilmek, sesimi duyurabilmek ve genç kuşaklara ilham olabilmek o mücadelenin bir parçası.

    İşin en üzücü tarafı da şu ki, mesele yalnızca maddi eşitsizlikle sınırlı kalmıyor. O kadına daha düşük ücret ödeyen zihniyet, büyük ihtimalle bununla da yetinmeyip farklı şekillerde de baskı uyguluyordur. Mobbing, dışlama, değersizleştirme… Bu tür ayrımcılıklar çoğu zaman yalnızca parayla değil, kişinin mesleki ve duygusal bütünlüğüne zarar verecek biçimlerde de kendini gösteriyor.

    Evet, evet... İşin sadece maddi boyutu yok elbette. Kadınlara daha az ücret vermeyi “normal” gören zihniyet, bununla kalmayıp psikolojik baskılarla, mobbingle, dışlayıcı tavırlarla da devam ettiriyor bu eşitsizliği.

    Kadın olarak bir iş yerinde, özellikle erkek egemen bir ortamda var olmak, başlı başına bir güç gerektiriyor. Özgüvenli ve korkusuz olmanız bekleniyor ama bir yandan da sürekli bastırılmaya, değersizleştirilmeye açık bir konumda oluyorsunuz. Kendi işyerimde böyle bir durum olmadığı için çok mutluyum. Ancak ne yazık ki bu durumla insan hayatın her alanında karşılaşabiliyor.

    Bu yüzden de adaletin, hakkın, hukukun kadınları koruyacağına inanmak istiyoruz. Ama sonra bakıyoruz ki İstanbul Sözleşmesi gibi kadınları doğrudan koruyan bir sözleşme bile iptal edilebiliyor. Bu inanılmaz bir geri gidiş. O yüzden bu konunun röportajda mutlaka yer almasını istiyorum. Karınca kararınca bir farkındalık yaratabilirsek, bir kişinin bile bu sözlerden etkilenip düşünmesini sağlayabilirsek, ne mutlu. Çünkü bu eşitsizlik her sektörde, her meslek dalında var. Çok ciddi hak kayıpları yaşanıyor, çok derin adaletsizlikler var.

    Ben de tüm bunların farkında olarak, bir müzisyen ve besteci olarak var olmaya, üretmeye devam ediyorum. Yaptığım her işi, bu mücadeleye verilmiş küçük ama kararlı bir cevap olarak görüyorum. Ve en çok da genç kızlara örnek olabilmeyi, onlara bir nebze olsun ilham verebilmeyi umuyorum.

    Kesinlikle ilham veriyorsunuz. Aslında bestecilik yönünüzü çok konuşmadık bu sohbetimizde. Bestelerinizi nasıl yapıyorsunuz? Yani bir enstrümanın başına oturup bilinçli şekilde mi çalışıyorsunuz, yoksa hiç beklemediğiniz bir anda bir tını, bir melodi zihninize mi düşüyor ve “Bunu hemen kaydetmeliyim” mi diyorsunuz? Yaratım süreciniz nasıl ilerliyor, bunu çok merak ediyorum.

    Değişiyor. Bazen tamamen içimden gelen bir şey oluyor. Bir duygunun ya da içsel bir hâlin dışa vurumu gibi... O an ne hissediyorsam, onu ifade etmek gibi bir ihtiyaçla çıkıyor ortaya.

    Doğaçlama yapmayı çok seviyorum. Öğrencilik yıllarımda da, enstrümanımın başına geçip doğaçlama yapardım. Bestelerim de çoğunlukla bu doğaçlamalardan yola çıkarak şekillendi. Beste yaparken bu sürece güvenmeyi ve onun peşinden gitmeyi seviyorum.

    Bu arada Batı müziğinde doğaçlama diye bir şey var mı, emprovize müzik? 

    Tabii, doğaçlama batı müziğinde de önemli bir yer tutuyor. Aslında bu, klasik müzikte de bir zamanlar çok yaygındı. Özellikle barok dönem ve öncesinde. O dönemlerde bir müzisyenin ustalığı çoğu zaman yaptığı doğaçlamayla ölçülürdü. Mesela bir keman konçertosunda “kadans” dediğimiz, yani soliste kalmış bölüm doğaçlama olarak çalınırdı. İcracı, o anda kendi doğaçlamasını yapardı.

    Barok müzikte bunu çok sık görürsünüz; Türk müziğindeki süslemelere benzer stilistik öğeler vardır. Her şey notaya dökülmüş değildir, belli bir üsluba sadık kalınarak yapılan doğaçlamalar mevcuttur. Ancak zamanla Batı müziğinde notasyonun çok daha kesin ve belirleyici bir hâl almasıyla bu unsur kaybolmuş. Günümüzde bir icracının, özellikle klasik dönem sonrası repertuvar çalarken kendinden bir nota eklemesine pek rastlanmaz. Belirli bestecilerin eserlerini çalarken, onların stiline ve yazdıklarına sıkı sıkıya bağlı kalmak gerekir. Sadece hangi notayı çalacağınız değil, onu hangi nüansla, hangi karakterde çalacağınız da detaylı şekilde yazılıdır.

    Bu elbette bir yandan güzel; bestecinin hayal ettiği şeyi en doğru biçimde yansıtmak adına net bir rehber sunuyor. Ancak diğer yandan, icracının ifade özgürlüğünü kısıtlayabiliyor.

    Ben kendi adıma doğaçlama yaparken ya da müzik yazarken daha özgür hissediyorum.

    Beste yapmaya başlama süreciniz nasıl gelişti, biraz anlatabilir misiniz?

    Bir noktadan sonra sürekli yazılı müzik çalmak bana yetersiz bir his vermeye başladı. Kendimden ne katıyorum diye düşünmeye başladım. Daha önce bahsettiğimiz gibi, bazen notalar arasında yorum alanı sınırlı kalabiliyor. Bir müzisyen olarak ben neler söylemek istiyorum düşüncesiyle yola çıkınca doğaçlamalar zamanla beste yapmaya dönüştü. Böylece bu sürece adım atmış oldum. Sadece bir yorumcu olarak değil, aynı zamanda bir besteci olarak da kendi müzik dünyamı yansıtabilmek hoşuma gitti. Yazılı bir eseri birebir çalmak bir yerden sonra biraz mekanik geliyor insana. Oysa diğeri daha yaratıcı bir süreç oluyor. 

    Bestecilikten çok uzaklaşmadan şunu da sormak istiyorum: Ben klasik müziği sadece bir icra faaliyeti ya da dinleme deneyimi olarak değil, adeta zamanın ruhuna karşı bir duruş gibi görüyorum. Hani “Zeitgeist” derler ya — çağın ruhu… Günümüzde her şey çok hızlı: trafikte sıkışmışsınız, bir yere yetişmeniz lazım, saniyeler bile önemli, bir yandan sürekli bir şeylere yetişme telaşı, bitmeyen deadline’lar… Tam da böyle bir anda, örneğin radyoda birden klasik bir müzik çalmaya başlıyor. Türk müziği olabilir, Batı müziği olabilir — hiç fark etmiyor. Bir anda başka bir zamana ışınlanmış gibi oluyorsunuz. Sanki o anın telaşı duruyor, zaman başka bir şekilde akmaya başlıyor. Bütün o gürültünün içinde bambaşka bir dünyanın kapısı aralanıyor ve siz oraya adım atıyorsunuz. Adeta bir paralel evrene geçiş gibi. Benim için klasik müzik böyle bir şey hissettiriyor. Klasik müzik icra etmek, bu yoğun tempolu, sürekli bir koşuşturmanın hâkim olduğu modern dünyada sizde nasıl bir his uyandırıyor?

    Evet, gerçekten de klasik müzik içinde büyük bir derinlik barındırıyor. İnsanı adeta bambaşka bir dünyaya götürüyor. Özellikle büyük ölçekli eserlerde—bir opera, bir senfoni gibi—bu etki çok daha belirgin oluyor. Aslında bu durum her müzik türü için geçerli. Size hitap eden birşey duyduğunuzda o paralel evrene geçiyorsunuz. 

    Her müzik bir dil gibi. Mesela Portekizce konuşan birini düşünelim; söylediklerini anlamasam bile kulağıma hoş gelebilir. Ama o dili öğrendikçe, tanıdıkça, söyledikleri daha anlamlı hale gelir. Anladıkça daha çok severim.

    Veya tanıdık bir yüz görmek gibi. Sokakta her gün yüzlerce kişinin yanından geçeriz ama tanıdığımız birini gördüğümüzde yüzümüz güler, mutlu oluruz. Müzik de böyledir. Tanımadığınız bir müzik kulağınızdan ilk etapta geçip gidebilir ama onu tanıdıkça, aşina oldukça o müziğin anlattıkları da zenginleşmeye başlar, daha çok severiz.

    Klasik müzik de böyle bir tanışıklık isteyen bir müzik türü bence. Her eser için geçerli olmasa da, aşina olmayan biri için dinlemesi kolay bir müzik türü olmayabilir. Türkiye’de daha farklı bir müzikal tınıya alışığız, bu yüzden klasik müzik çoğu insana başlangıçta yabancı gelebilir. Ancak bu yabancılık zamanla aşılabilir.

    Bir icracı olarak klasik müzik sizin için ne ifade ediyor peki?

    Bir icracı için klasik müzik, genel olarak hata payı çok az olan bir müzik türüdür. Hangi dönemin eserini çaldığınıza göre o dönemin stiline hâkim olmanız gerekir. Enstrümanın çalım tekniğinden tutun, müzikal gerekliliklere kadar pek çok detayı bilmek ve uygulamak gerekir. Bu nedenle klasik müzik icracısı olmak, oldukça incelikli bir iş diyebilirim. Bu benim mesleğim olduğu için klasik müziğe bakışımda ciddi bir detaycılık ve özveri de var.

    Müziğe olan sevginiz ve bağlılığınız, onu bir meslek hâline getirdiğinizde bir ölçüde sekteye uğradı mı? Çünkü işin içine mesleki kaygılar girince, duygusal saflığı bir nebze kaybedebiliyor insan. Oysa müziği amatör bir ruhla, sadece içten gelen bir bağla yaptığınızda, bambaşka bir düzlemde, çok daha saf ve derin bir deneyim hâline gelebiliyor.

    Evet, mesleki kaygılar insanın bakış açısını kesinlikle etkiliyor. Bir müzisyen, müziğe genellikle bir sevdayla başlar. Müziği, enstrümanını çalmayı sevdiği için bu yola girer. Ancak bu zamanla bir mesleğe dönüştüğünde, ve yıllar boyunca bu işin içinde olunca o amatör ruhu korumak bazen zorlaşabilir. “Amatör” Latince kökenli bir kelimedir ve seven, aşık olan anlamını taşır. 

    Benim için müziğe karşı amatör ruhumu canlı tutmanın yolu, müziğin farklı kollarından kendime yeni kapılar açmak oldu. Çünkü elbette benim de mesleki kaygılar ve yorgunluklarla müzikten uzaklaştığım, ikilemler yaşadığım zamanlar oldu.

    Özellikle orkestrada çalışmanın temposu çok yoğun oluyor. Üstelik enstrüman çalmak fiziksel olarak da zorlayıcı bir iş. Pek çok müzisyende yıllar içinde enstrümanına bağlı fiziksel problemleri baş gösteriyor. Keman bu açıdan zor bir enstrüman; çünkü doğal olmayan bir pozisyonda çalınıyor. Bu nedenle boyun fıtığı, tendon problemleri gibi çeşitli rahatsızlıklar oldukça yaygın.

    Fiziksel zorlukların yanı sıra, bu meslek zihnen de yorucu. Yüksek bir konsantrasyon gerektiriyor. Psikolojik olarak da zor olduğu noktalar olabiliyor. Sahne korkusu, stres veya mükemmeliyetçilikle baş etmek bunlardan birkaçı. 

    Benim de müzikten uzaklaştığım zamanlar oldu. Fakat yeniden müziğe bağlanmamı sağlayan şeylerden biri rebap, diğeri ise beste yapmak oldu. Çünkü müzikten uzak kalmak beni çok mutsuz ediyordu. Düşünüyordum: “Neden mutsuzum? Güzel bir işim var, sevdiğim şeyi yapıyorum, enstrümanımı çalıyorum.” Ama yine de bir eksiklik hissediyordum.

    Sanırım beni mutsuz eden, yaratıcı sürecin içinde tam anlamıyla yer alamamaktı. Daha çok kendim olabileceğim bir alan yarattığımda bu beni daha mutlu etti.

    Aslında bu durum sadece müzik için değil, tüm sanat dalları için geçerli. Sanatçı, sürekli olarak kendisiyle bir iç hesaplaşma, bir mücadele halinde. Zaten o yaratıcı potansiyel olmasa, kişi sanatçı da olamaz. Sanatçı olmak, durmadan kendini geliştirme ve ifade etme arzusu taşımak aslında değil mi?

    Evet, bu gerçekten çok emek gerektiren bir iş. Çalışmayı durdurma şansınız yok; çünkü çalışmadığınız her gün, geriye gitmeye başlıyorsunuz. Becerilerinizi koruyabilmek için sürekli özveride bulunmanız gerekiyor. Bu konuda enstrüman çalmak ve yabancı dil konuşmak arasında benzerlik kurabilirim. Bir dili konuşmadığınızda nasıl hemen unutuyorsanız, enstrümanda da birkaç gün ara verince gerileme başlıyor. O zindeliği korumak için sürekli çalışmak şart.

    Sazın "küsmesi" diye bir şey vardır, bilirsiniz. Enstrümanın küstüğü söylenir. Ama aslında bazen biz de enstrümana küseriz. İki taraf da birbirine küsebilir. Bu da yolların ayrılmasına neden olabilir. O yüzden bu yol çok emek istiyor. Ayrıca, insanın kendiyle sürekli yüzleşmesini de gerektiriyor. Kendi hatalarının farkında olmak, gelişmek için neler yapılabileceğini görmek ve zaman zaman birçok şeyden feragat etmek gerekiyor. Bu, kimi zaman insanın kendisiyle hesaplaştığı, zorlayıcı bir süreç. Çünkü hiçbirimiz mükemmel değiliz. Eksiklerimiz var, ama bu eksiklerin üzerine gitmek de şart.

    Müzik eğitimi veren bir öğretmenin sahip olması gereken nitelikler nelerdir? Hangi özelliklere ve yaklaşımlara dikkat etmeleri gerektiğini düşünüyorsunuz?

    Müzik eğitimi veren öğretmenlerin empati duygusuna sahip olması ve psikolojiden anlaması gerçekten çok önemli bir konu. Enstrüman eğitiminde dersler genellikle birebir yapılır. Konservatuvar eğitiminde bir öğrenci 10 yaşında hocasına tamamen teslim edilir. O derste olan biteni kimse bilmez; sadece öğrenci ve öğretmen vardır. Öğrenci, yaşadığı olumsuz durumları dile getiremeyebilir. Bu da o ortamı tehditlere açık bir hale getirir. Dolayısıyla, müzik eğitimi veren öğretmenlerin güvenilir olmaları çok önemlidir. Kendi egolarını bir kenara koyup, sadece öğrencinin becerilerine, potansiyeline ve gelişimine odaklanmalıdırlar. Bu, yazılı ya da sözlü bir sistemle değil, her öğrencinin bireysel ihtiyaçlarına ve yeteneklerine göre şekillenen dinamik bir süreç olmalıdır.

    Bir diğer sorun da, müzikle ilgisi olmayan ebeveynlerin, öğretmenin nasıl bir eğitim verdiğini veya çocuklarının gelişimini takip edecek bir referansa sahip olmamalarıdır. Müzik eğitimi, dışarıdan bakıldığında işin içinde olmayan biri tarafından anlaşılması zordur.

    Bu noktada öğretmenlerin, empati kurabilen, öğrenciye destek veren ve gerçekçi bir şekilde yönlendiren bir tutum sergilemeleri gerekir. Öğrenciyi pohpohlamak, veya şevkini kırmak yerine, onun gelişimine katkı sağlayacak şekilde yönlendirmek çok önemlidir. Müzik eğitimine çocuk yaşta başlandığı düşünülürse bu dengeyi kurabilen bir öğretmen, sadece müzikal anlamda değil, duygusal ve psikolojik açıdan da öğrenciyi bu mesleğin gerekliliklerine hazırlamalıdır. 

    Öğretmeniyle yaşadığı sorunlar nedeniyle, aslında büyük bir potansiyele sahip olmasına rağmen müzikten uzaklaşan birçok insan var, değil mi?

    Evet, maalesef. Hocasıyla sorun yaşadığı için müzik eğitimine devam etmeyen birçok öğrenci var. Oysa çoğu hâlâ çocuk yaşta ve aslında bazıları gerekli desteği görse eğitimine devam edebilecek potansiyele ve müzik tutkusuna sahip. Elbette konservatuvar gibi 10 yıllık bir eğitimi sonuna kadar götürebilmek herkes için kolay değil. Çünkü çok erken yaşta bir meslek seçimi yapılıyor. Bu seçimler büyüdükçe değişebilir, çocuğun beş yıl sonra bambaşka ilgi alanları ya da yetenekleri ortaya çıkabilir ve farklı bir yönde ilerlemek isteyebilir. Bu da son derece doğal ve olması gereken bir şey.

    Başlandığı için illa ki sonuna kadar götürülmeli diye düşünmemek lazım. Belki o kişinin matematik yeteneği çok güçlü ve zamanla mühendis olmaya yatkın hale gelecek. Onun da önünü açmak gerekiyor. Ama ne yazık ki bazı öğrenciler, aslında bu süreci taşıyabilecek potansiyele sahipken yanlış yaklaşımlar yüzünden vazgeçmek zorunda kalıyor.

    Ben de ne yazık ki böyle bir deneyim yaşadım. Keman öğretmenim Dünya iyisi bir insanıydı, o yüzden çok şanslıydım. Ancak üniversitede başka müzik derslerinin sorumlularından gördüğümüz şevk ve onur kırıcı muamele benim ve bazı arkadaşlarımın pek çok zorluk yaşamasına sebep oldu. Konservatuvarı bırakmayıp bitirdiysem bu keman hocamın yapıcı desteği sayesinde oldu. 

    Başka bir konuya atlamak istiyorum hemen. Dünyanın pek çok yerinde konserler verdiniz. Bu konserlerde hiç unutamadığınız bir anınız var mı?

    Tuva’da yer aldığım konser, benim unutamadığım bir anı oldu. Aslında oraya bir konser vermek amacıyla gitmemiştim, sadece araştırma yapmak için oradaydım. Bu esnada çalıştığım müzisyen grubu bana bir konserde onlara eşlik etmem teklif etti. Tabii ki çok mutlu oldum ve seve seve kabul ettim. Geleneksel Tuva müziği çalan Tyva Ensemble ile birlikte çalacaktım. Benimle Türkiye’den de bir parça çalmak istediler. Önce Aşık Veysel’den bir parça çaldık beraber, daha sonra Ezir Kara isimli Tuva ezgisini çaldık. 

    Ama benim için unutulmaz olan kısım konser öncesi kulisteki anlardı. Konserden önce bütün müzisyenler sahne arkasında toplandı. Bir çember oluşturduk, herkes el ele tutuştu ve herkes sırayla iyi dileklerini paylaştı: “Konser başarılı geçsin, bugün kutlu olsun, birlikte güzel bir akşam yaşayalım” gibi sözler söylendi.

    Bu an benim için gerçekten çok özeldi. Daha önce birçok konserde sahne aldım ama hiçbirinde sahne arkasında böyle bir birlik duygusuna şahit olmamıştım. El ele tutuşmak, bir takım olarak konsere çıkmak beni çok etkiledi, uzun süre unutamayacağım bir anı olarak kaldı.

    Genç müzisyenlere vereceğiniz tavsiyeler nelerdir? 

    Verebileceğim en önemli tavsiye, kendilerini çok yönlü olarak geliştirmeleri olur. Günümüzde sadece tek bir alana odaklanmak yeterli değil. Hangi alanda olurlarsa olsunlar, hem müzikle ilgili diğer alanlarda, hem de müzik dışındaki disiplinlerde kendilerine donanım katmaları büyük önem taşıyor. Artık öyle bir çağda yaşıyoruz ki, “müzisyen” olmanın tanımı bile değişiyor. Bu dönüşüm üzerine düşünmek önemli. 

    Bir keman öğrencim vardı. İyi keman çalmayı çok istiyordu. Ben de ona şunu söylüyordum: “Keman çalmak harika bir şey ama unutma, keman bir araç; amaç değil. Önemli olan bu araçla daha sonra ne yapacağın.”

    Şuna benzetebiliriz: Araba kullanmayı öğreniyoruz, tamam, bu güzel bir beceri. Ama asıl amacımız bir yere gidebilmek. Araba bizi bir yere götürmek için var. Aynı şekilde keman da bir araç. Peki, bu kemanla ne yapacağız? Ne anlatmak istiyoruz? Hangi duyguyu, düşünceyi, fikri ya da mesajı ifade etmek istiyoruz? Kime ulaşmak istiyoruz?

    Keman çalmayı öğrenmek bir hedef değil, bir başlangıç. Asıl mesele, bu beceriyle neyi gerçekleştirmek istediğimiz.

    Sizin ulaşmak istediğiniz şey neydi peki? Ben de size sormuş olayım.

    Gençken, tabii ki bunların hiçbirini düşünmüyordum. Kimse de bize bu soruları sormamıştı, sadece sabah akşam çalışıyorduk. Tek hedefimiz enstrümanımızı daha iyi çalabilmekti. Ama bir noktadan sonra sordum. Çünkü diğer türlü işin sadece teknik kısmında kalınıyor. Sadece teknik olarak iyi olmak bir yere kadar götürüyor insanı. Onun ötesine bir anlam, bir yaratıcılık koymak gerekiyor.

    Teknik kısım elbette zor ama yeterince çalışılınca o seviyeye ulaşabilir. Asıl farkı yaratan şey, bununla ne yapmak istediğimiz, bizi ne çekiyor? Yaratıcılık, üretkenlik işte burada devreye giriyor. Benim zamanla ilgim daha çok farklı kültürlerin müziklerine ve kültürler arasındaki kesişme noktalarına kaymaya başladı. Bu ilgim, besteciliğe yönelmemi de sağladı. Kültürleri müzik aracılığıyla birbirine yaklaştırmak, Avrupa merkezci bir müzik anlayışından çıkmak istedim. Yazdığım müzikle daha özgün, kendi kültürüme ait öğeleri de barındıran bir anlatım dili yakalamaya çalıştım. Müzik, yaşadığım duyguları veya vermek istediğim mesajları anlattığım bir alan oldu. 

    İnsanların ve kültürlerin birbirine yaklaşmasına her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Bu klişe gibi duyulsa da çok doğru. Hele ki Türkiye gibi bir coğrafyada yaşıyorsak. Yüzyıllardır birçok farklı toplumun, inancın, kültürün bir arada bulunduğu bir yer burası. Tam bir bağlantı noktası. Ben müziğimin insanları ayıran şeylerin üstesinden gelip onları birleştiren birer bağa dönüşmesini amaçlıyorum. Bunu hem kişisel bir hedef hem de sanatsal bir sorumluluk olarak görüyorum. 

    Farklılıklarımız, zenginliklerimizdir diye ben de böyle klişenin dibi bir cümleyle bağlayayım bunu. Peki müzik hayatınızda sizin için çok özel yeri olan bir müzik topluluğu oldu mu? 

    Evet, Boston’da Silk Road Ensemble adında bir toplulukla çalışma fırsatım olmuştu. Bu topluluğu kuran kişi, çok iyi bir viyolonsel sanatçısı olan Yo-Yo Ma. Kendisi hem harika bir müzisyen hem de müzik dünyasında öncü bir kişilik diyebilirim. Bu topluluğu yaklaşık yirmibeş yıl önce kurmuş. Dünya’nın farklı müzik kültürlerinden gelen öncü müzisyenlerden oluşan topluluğun amacı müziğin ve kültürlerin çeşitliliğini ön plana çıkarmak. Yo-Yo Ma aslında klasik müzik kökenli bir sanatçı olmasına rağmen, bu projeyle birlikte farklı müzik geleneklerine de yönelmiş. Bu ekiple çalışmak benim için gerçekten ufuk açıcı bir deneyim oldu. Hem çalıştaylarına katıldım hem de bazı üyeleriyle konserlerde yer alma fırsatım oldu. 

    Bu toplulukla tanışmak, onlarla birlikte çalışmak ve onlar vesilesiyle bağlantı kurduğum diğer müzisyenlerle iş birliği yapmak ufkumu çok ama çok genişletti. 

    Gelelim bir başka ülke gerçeğine. Türkiye'de müzisyenler ekonomik ve istihdam açısından ne tür sorunlarla karşı karşıya kalıyor? Gelecek güvenceleri bulunuyor mu? Devlet ve özel sektörde yaşadıkları temel sıkıntılar nelerdir? 

    Türkiye, bağımsız çalışan müzisyenler için çok kolay bir yer değil. Devamlı belirsizlikle mücadele etmek zorundalar, üstelik ülkede yaşanan olumsuz olaylarda ilk etkilenen alan performans sanatları oluyor. Müziğe sadece eğlence olarak bakmanın yanlış olduğunu buradan bir kez daha iletmek isterim. 

    Devlet kurumlarında daha fazla müzisyene istihdam sağlanabilmesi, daha fazla şehrimizde sanat kurumları olması elbette çok güzel olurdu. İş olanaklarının az olması müzisyenleri gelecek güvencesi açısından zora sokabiliyor. 

    Diğer yandan, sanat kurumlarının sanatsal ve politik anlamda bağımsız olması gerektiğine inanıyorum. 

    Müzikal yolculuğunuz boyunca farklı kültürlerle karşılaşmak, sizi hem bir müzisyen hem de bir insan olarak nasıl dönüştürdü?

    Beni çok daha açık görüşlü ve empati duygusu yüksek bir insan haline getirdi. Dünyanın her köşesinden insanla müzik sayesinde bir araya geldim. Onları tanımak, hikayelerini dinlemek, Dünya’ya onların penceresinden bakmak beni hep iyi yönde dönüştürdü. İçimde başka bir insana karşı ne politik, ne etnik hiçbir önyargı olamayacak bir farkındalığa getirdi. İnsanların içine önyargılar yerleştirmek, birbirinden ayırmak bu durumdan beslenenlerin işi. Oysa ki ortak paydamız insanlıkta buluşunca, birimizi diğerinden ayıran veya üstün kılan hiç birşey kalmıyor. 

    Ceren Hanım, bu keyifli röportaj için canı gönülden teşekkür ederim. Umarım günün birinde yeniden yayın yapma şansı buluruz. Hayat ve müzik yolculuğunuzda başarı ve huzur dilerim. Sağlıcakla kalın... 

    Ben teşekkür ederim, çok sağ olun. Çok keyifli bir röportajdı.


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.