Hakkında en çok yazılıp çizilen filmlerden biri şüphesiz Ingmar Bergman’ın Persona’sı. 85 dakikalık filmin minimal görünüşünün altında derin ve çok katmanlı bir yapı var. Dolayısıyla film çok farklı şekillerde okunabilme özelliğine sahip.
Persona, Bergman’ın çağdaşı olan Andrei Tarkovsky’nin favori 10 filminden biri. Yeni nesil yönetmenlerden ise David Lynch üzerindeki etkileri özellikle Mulholland Dr. filminde barizdir.
Sinemada bireyselliğin temsilcilerinden Ingmar Bergman’ın filmleri otobiyografik nitelik taşımasıyla Fellini sinemasına benzerlikler gösterir. Bu bağlamda Bergman’ın filmlerini çözümlemek için önce yönetmenin kendisini anlamak elzemdir. Filmin olay örgüsünün akışını bozmamak adına yönetmenin hayatına dair notları ilişkili sahnelerde vereceğiz.
[caption id="attachment_41313" align="aligncenter" width="1025"] Ingmar Bergman'ın el yazısıyla senaryo taslakları[/caption]
Tabii, önemli başka bir nokta da filmin ismi olan “persona”nın ne anlama geldiği; çünkü senaryonun iskeletini bu olgu oluşturuyor.
Persona, analitik psikolojinin kurucusu Carl G. Jung’un ortaya attığı bir kavram. Kelimenin orijini antik Yunan tiyatrosunda oyuncuların oynadıkları karakterlerin ayırt edilmesi için sahnede taktıkları maskelere dayanıyor. Jung’un teorisinde de persona bir maskedir; dünyaya adapte olmak ve toplumun içinde bir yer edinebilmek için taktığımız bir sosyal maske. Yani buradaki sahne hayatın ta kendisidir. Persona, kolektif bilinçaltının arketiplerinden biridir. Bir diğer arketip de “gölge”dir. Personanın tam zıttı olan gölge, insanlardan gizli tuttuğumuz, çekindiğimiz yanlarımızın bileşimdir. Jung’a göre bu arketipler bilinç düzeyindeki ego ile yaşam boyu ilişki halinde olan bir dizi alt kişilikler kümesidir. Yani, ego bir satranç oyuncusu ise her bir piyon bu arketiplerdir; gerektiği yer ve zamanda oyuncu tarafından yönlendirilirler. Ailede evlat, okulda öğrenci, sahnede oyuncu… Tek bir personamız olmadığı gibi, personayı gerçek kişilikten ayırt etmek oldukça zordur. Eğer kişi, personalarından birine kendini fazla kaptırırsa, öne çıkan bu persona kişiliğin diğer arketipleriyle çatışır ve kişi kendine yabancılaşır. Egonun persona ile özdeşleştiği bu durum “şişme (inflation)” olarak adlandırılır. Egosu şişen birey kendini yüceltir ve bu yücelik duygusunu dengelemek için aşağılık kompleksi ortaya çıkar.
Böyle karmaşık bir teori üzerine kurulu bir filmi çözümlemek de haliyle zor olacaktır. Bergman, insan psikolojisinin dehlizlerinde çetin bir yolculuğa davet ediyor bizi.
Filmin başındaki ürkütücü resim ve video kolajları yabancılaştırma efekti olsa gerek. Yani izlediklerimizin bir filmden ibaret olduğunun bir hatırlatıcısı. Başka bir açıklaması varsa da biz bilmiyoruz, Bergman biliyordur.
Kolajların sonunda morgdaki bir çocuğu görürüz. Büyük bir ekrandaki bulanık bir kadın resmini okşamaktadır. Bu sahneyi aklımızda tutalım.
Filmin asıl başlangıcında ise Elisabet Vogler adlı güzel ve başarılı bir tiyatro oyuncusu, Elektra rolünü oynarken birden sessizliğe bürünür ve bir daha asla konuşmaz. Canlandırdığı karakterin Elektra olması da tesadüf değildir. Yunan mitolojisinde Elektra, babasının intikamını almak için annesini öldürtmüştür. Bu bilgiyi de aklımızda tutalım.
Elisabet televizyonda kendini yakan Budist rahibi görünce dehşete düşer, personasız gerçekliklerin ne kadar korkutucu olduğuna yapılan bir göndermedir bu sahne.
Yapılan tüm tahlillerde fiziksel ve ruhsal bir hastalığı olmadığını gören doktoru bunun histerik bir reaksiyon olduğunda karar kılar ve Elisabet’i hemşire Alma ile birlikte yazlık evinde istirahat etmeye gönderir. Doktorun Elisabet’e yaptığı konuşma aslında filmin özeti gibidir:
“Anladığımı düşünmüyor musun? Var olmayı boş yere hayal etmek. Öyleymiş gibi görünmemek, gerçekten olmak. Uyanık olduğun her an. Tetikte. Başkalarına karşı sen ile yalnızkenki sen arasındaki uçurum. Baş dönmesi ve sürekli açlık, açığa vurulmak için. İçinin görülmesi için, hatta parçalara ayrılmak ve belki de tümüyle yok edilmek için. Sesin her tonu bir yalan, her davranış bir aldatmaca, her gülümseme aslında bir yüz ekşitme. İntihar etmek mi? Hayır! Bu çok çirkin, sen yapmazsın. Ama hareket etmeyi reddedebilirsin, konuşmayı reddedebilirsin. O zaman en azından yalan söylemezsin. Böylece düşünceye dalıp kendi içine kapanabilirsin. Artık rol yapmaz, herhangi bir maske takmaz ve yalancı davranışlarda bulunmamış olursun. Sen öyle sanırsın. Ama gerçek inatçıdır. Saklandığın yer su geçirmez değildir. Yaşam dışardan sızar içeri. Ve tepki vermek zorunda kalırsın. Hiç kimse de bunun gerçek olup olmadığını, sen içten misin yoksa yapmacık mısın diye sormaz. Bu soruların önemsendiği tek yer tiyatrodur. Hatta orada bile fark etmez. Seni anlıyorum Elisabeth! Kendini bırakmanı, hareketsiz kalmanı... Hayali bir sistem içinde apatiye girmeni anlıyorum. Seni anlıyor ve takdir ediyorum. Hevesin geçene tüm ilgin bitinceye kadar bu rolü oynaman gerektiğini düşünüyorum. O an geldiğinde, diğer rollerini bıraktığın gibi bunu da bırakırsın.”
Bergman’ın film hakkındaki açıklaması da bu monologu destekliyor:
"Bir gerçeklik krizi beni düşüncemi açıklamaya yöneltti. Gerçek nedir ve kişi ne zaman gerçeği söylemelidir? Cevabı o kadar güç geldi ki, sonunda gerçekliğin tek biçiminin sessizlik olduğunu düşündüm. Sonunda bir adım daha ileri giderek bunun da bir rol, bir cins maske olduğunu keşfettim."
Bu yazlık evde Elisabet sustukça Alma konuşur da konuşur. “Alma” ismi İspanyolca’da “ruh” anlamına geliyor. Yani Alma, Elisabet’in ruhu ve biz aslında film boyunca Elisabet'in kafasının içindeyiz.
Doktorun dediği gibi hayatının bir rolden ibaret olduğunu fark eden Elisabet çareyi susmakta bulur. Ancak bu şekilde rol yapmayacağını düşünür, çünkü ağzımızdan çıkan her kelime önce personanın süzgecinden geçer ve dolayısıyla sahtedir. Elisabet’in personasıyla özdeşleşen kişiliği onu içsel bir yabancılaşmaya sürüklemiştir. Alma ilk başta zihinsel olarak yetersiz olduğunu düşündüğü için işi reddeder. Yani Elisabet personasına kendini o kadar kaptırmıştır ki kendi ruhunu yetersiz ve eksik bulmaktadır. Jung’un bahsettiği egonun şişmesi ve ardından gelen aşağılık kompleksi tablosunu görüyoruz burada.
Alma, gizli sırlarını masaya döker, hıçkıra hıçkıra ağlar. Kocasına sadık olduğunu söyledikten sonra onu aldattığını ve yaptırdığı kürtajı anlatır. Elisabet’in ruhunun tutarsızlığı ve personasıyla gerçek kişiliği arasındaki gelgitlere şahit oluyoruz. Burada filmin başında gördüğümüz morgdaki çocuk aklımıza geliyor. Bu çocuk, Alma’nın aldırdığı bebeği mi acaba?
“Aynı anda tek ve aynı kişi olunabilir mi? Demek istiyorum ki iki kişi miydim?” Alma’nın içini döktükten sonra sarf ettiği bu sözler, Elisabet ile aynı kişi olduklarının ipuçlarından biri.
Alma, Elisabet gibi olmak ister. “Yeterince çabalarsam kendimi sana dönüştürebileceğimi düşünüyorum.” der. Elisabet’in, personasına dönüşmek istediğini anlıyoruz.
Bir gece Elisabet’in Alma’nın odasına geldiği rüya sekansında, iki kadının aynaya bakıp birbirlerine benzemeye çalıştıklarını görüyoruz. Elisabet Alma’nın saçlarını alnından çekerek alnını açar ve sonra Alma Elisabet’in saçlarını kendi saçlarıymış gibi yüzüne yanaştırır. Bu sahneyle birlikte kişiliklerin iç içe geçmeye başladığını kesin olarak anlıyoruz.
Ertesi gün Alma, Elisabet’in yazdığı ve zarfın ağzını açık bıraktığı mektubu gizlice okuyor. Mektubun ağzının bilerek açık bırakılması, kendiyle bir iç hesaplaşma anlamına gelmektedir. Mektupta Elisabet Alma’nın sırlarını duygusuz bir dille ifşa etmiş ve Alma’nın kendisine aşık olduğunu düşündüğünü yazmış. Bunun üzerine Alma göldeki yansımasına bakar. Personasına aşık olmuştur ama yansıması asla personası olamayacağını yüzüne vurur. Bu olayla birlikte kırılma başlar. Alma, Elisabet olamayacağını anlamıştır ve bu sefer ona öfke duymaya başlar. Yerde bıraktığı cam kırıklarıyla kasıtlı olarak canını yakar. Elisabet’e kendisiyle konuşması için yalvarır, böylece varlığı kabul görecektir. Ama Elisabet konuşmamakta kararlıdır ve Alma öfkelenip Elisabet’in üstüne kaynar su dökmeye çalışır. Bu bir intihar girişimini andırıyor. Ölüme yaklaştığını anlayan Elisabet “Hayır!” diye bağırır; çünkü persona gerçek korku anlarında düşmektedir.
“Sağlıklı rolü oynuyorsun. Herkes de sana inanıyor. Bir tek ben senin ne kadar çürümüş olduğunu biliyorum.” der Alma Elisabet’e. Kişilikler yine bir çözülme sürecine girer.
Elisabet’in kocası geldiğinde karşısına Alma çıkar ve adam karısıymış gibi onunla konuşur. Alma önce iki kez “Ben Elisabet değilim.” diye reddeder ama adam hiç duymamış gibi konuşmaya devam eder. Elisabet gelip Alma’nın elini adamın yüzüne koyar. Bunun üzerine Alma adama sarılıp onu sevdiğini söyler. Yani ruhun serzenişlerine rağmen persona ve benlik tekrar kaynaşır.
Alma aynı Elisabet gibi giyinerek karşısına oturur ve konuşur. Bu monolog, Elisabet’in kendiyle yüzleşmesidir.
“Bir akşam bir partideydin, değil mi? Geçti ve çok gürültü vardı. Sabaha doğru, gruptan biri dedi ki: "Elisabet, bir kadının ve bir sanatçının arzu edebileceği her şeye sahipsin, bir tek anneliğin eksik." Sense güldün ve bu sözleri saçma buldun. Ama daha sonra bu sözleri düşünmeden edemedin. Gittikçe kaygılanmaya başladın. Kocanın seni hamile bırakmasına izin verdin. Anne olmak istiyordun. Hamile olduğun kesinleşince korktun. Sorumluluktan, elinin kolunun bağlanmasından, tiyatroyu terk etmek zorunda kalmaktan korktun. Acıdan, ölümden, vücudunun şeklinin bozulmasından korktun. Ama rolüne devam ediyordun. Genç ve mutlu anne adayı rolü. Herkes diyecekti ki: "O süper. Hiç bu kadar güzel olmamıştı." Bebekten kurtulmayı denedin. Ama beceremedin. Geri dönüşü olmadığını fark ettiğinde bebekten nefret etmeye başladın. Ve ölü doğmasını istedin. Doğum uzun ve zordu. Günlerce acı çektin. Sonunda bebek forseps yardımıyla doğdu. Ağlayan çocuğuna dehşetle baktın ve mırıldandın: ‘Hemen ölemez misin?’ Ama o yaşadı. Bebek gece gündüz ağladı. Ama sen ondan tiksiniyordun. Korkuyordun ve suçluluk duyuyordun. Sonunda bir süt anne çocuğa bakmaya başladı. Hasta yatağını terk edip tiyatroya dönebilecektin. Ama ızdırabın bitmemişti. Çocuk garip ve şiddetli bir sevgiyle annesine bağlıydı. Umutsuzca direndin. Çünkü karşılık veremeyeceğini biliyordun. Denedin de denedin… Ama buluşmalarınız acımasız ve incelikten yoksun kaldı. Yapamazsın. Soğuk ve kayıtsızsın. Senin gözlerinin içine bakıyor. Seni seviyor ve çok da yumuşak. Sen ise ona vurmak istiyorsun. Kalın dudakları, çirkin vücudu, nemli ve yakaran bakışlarıyla onu itici buluyorsun. İtici buluyorsun ve korkuyorsun. Hayır! Ben senin gibi değilim. Senin gibi hissetmiyorum. Ben hemşire Alma'yım. Sana yardım etmek için geldim. Elisabet Vogler değilim ben. Elisabet Vogler sensin. Olmasını isterdim...”
İki kadının suretleri birbirine geçer ve sinema tarihinin en unutulmaz sahnelerinden biri ortaya çıkar. Alma ve Elisabet’in bir bedendeki iki farklı kişilik olduğunu kesinkes anlarız. Sonra çözülme başlar. Alma üstünü değişip hemşire kıyafetlerini giyer ve tekrar Elisabet’in karşısına geçer. Bu andan itibaren ikisinin de yüzlerinin yarısı aydınlık yarısı karanlıktır. Artık ayrılmışlardır ama ikisi de yarımdır. Personasız egoyla, egosuz persona karşı karşıya gelir. Alma, Elisabet’in yüzünden maskesini çıkarıyormuş gibi bir hamle yapar. Kolunu tırnağıyla kanatır ve Elisabet kanı emer. Bu sahne psikolojik bir vampirliğin sembolüdür. Elisabet Alma’nın ruhunu personanın tesirinden arındırır. Alma ona yok etmek istercesine vurur. Maskeyi atıp kendi olmak isteme adına son bir çırpınıştır bu, ama her şey için çok geçtir.
Alma’nın aynanın karşısında saçlarını çekerek alnını açması, personayla ruhun ayrıldığının göstergesi. Çünkü filmin ortasındaki rüya sekansında bunu Elisabet, Alma’ya yapmıştı.
Filmin sonunda morgdaki çocuk yine karşımıza çıkıyor. Çocuğun ekranda okşadığı yüzler sürekli değişiyor, bir Elisabet bir Alma… Elisabet’in sevmeyerek öldürdüğü çocuğu ve Alma’nın kürtaj olarak doğmadan öldürdüğü çocuğunun bir sembolü olduğunu anlıyoruz. Bu çocuk Ingmar Bergman’ın ta kendisi olabilir çünkü o da istenmeyen bir çocuk olarak dünyaya gelmiştir. Otobiyografisini yazdığı Büyülü Fener kitabında Oedipus kompleksli olduğuna dair şu satırlar yazmaktadır.
"Çocukluk fotoğraflarıma eğilmiş, büyüteçle annemin yüzünü inceliyor, çoktan silinmiş duyguların içine sızmaya çalışıyorum. Evet, annemi sevdim ve bu fotoğrafta geniş alnının ardında ortadan ayrılmış gür saçları, oval tatlı yüzü, duyarlı ağzı, koyu renk, biçimli kaşlarının altındaki sıcak içten bakışı ve küçük elleriyle annem çok çekici."
Yani, Elisabet’in Elektra rolünü oynarken susup kalması bir tesadüf değildir. Annelik bağına ihanet etmiş mitolojik bir karakterle kendini özdeşleştirmiş ve toplumun zorla yüzüne geçirdiği annelik personası düşmüştür.
Alma’nın filmin sonunda otobüse binip gidişi, filmin başında doktorun öngördüğü gibi Elisabet’in bu rolünden de sıkılıp maskesini atması anlamına geliyor. Derken film şeridi kopuyor, film yarım kalıyor ve Bergman bizi kafamızda onlarca soru işaretiyle baş başa bırakıyor. Elisabet’in bundan sonraki hayatı nasıl olacak? Tiyatroya geri mi dönecek? Anne rolünü oynamaya devam edecek mi? Bilemiyoruz.
Yorum Bırakın