Bir akşamı alıp
ikiye bölsem,
bir yarısı senden önce düşerdi yere —
diğeri, senin hiç gelmediğin bir vakti beklerdi.
Saatin kadranında değil,
omuz başında yaşanıyor artık zaman.
Kimse koluna bakarak yürümüyor,
herkes biraz uzak, biraz kendine meşgul.
Söylesene,
bir insan kendine bakınca kimi görür en çok?
Kendi çocukluğunu mu,
yoksa hiç konuşamadığı birini mi?
Beni en çok kapılar yoruyor,
açık olanlar değil —
kapanmamış olanlar.
Ne girilebiliyor içeri,
ne kalabiliyor dışarıda.
Ortasında kalıyor insan,
kendi eşiği gibi.
Ben en çok
konuşulmayan cümlelerden yoruldum,
birinin “Ben buradayım” demeyişinden,
bir fincanın kenarına bırakılan parmak izinden,
yani kalmanın suskun biçiminden.
Biliyor musun,
yalnızlık bazen bir sandalyeye oturmakla başlar,
kimsenin çekmediği bir sandalye.
Ne sana ayrılmıştır,
ne senden sonra biri gelir.
Ve işte o an,
bir gölge uzar odanın tam ortasına —
ne güneş var,
ne perde.
Ama biri geçmiştir içinden.
Kim olduğunu bilmezsin.
Adı olmaz.
Ama senin yerine soluk alır bir anlığına.
Sonra ne mi olur?
Hiç.
Hiçbir şey olmaz.
O sandalyede oturmaya devam edersin.
Ve belki ilk kez,
kendi suskunluğunun sesini duyarsın.
Yorum Bırakın