1. Ait Olmak Nedir? – Kavramın Kökleri ve Yanılsamaları
Ait olmak, insana doğduğu ilk andan itibaren biçilen bir ihtiyaç gibi görünür. Aileye, topluma, ülkeye, dine, cinsiyete, sınıfa, takıma, mahalleye... Liste uzar. İnsan kendini bir yerlere ait hissettiğinde huzur bulur gibi olur; çünkü yalnızlık korkutucudur, dışarıda kalmak travmatiktir. Ancak bu hissin kökenine indiğimizde, aitliğin gerçekten bir ihtiyaç mı yoksa bir kurgu mu olduğu sorusu ortaya çıkar.
Tarihsel olarak ait olma dürtüsü, hayatta kalmayla doğrudan bağlantılıydı. İlkel topluluklarda dışlanmak, ölüme eş değerdi. Aidiyet bir barınak, bir güvenlik alanıydı. Fakat modern toplumlarda bu ihtiyaç, fiziksel varoluştan çok psikolojik ve sembolik alanlara kaydı. İnsanlar artık bir topluluğun değil, bir fikrin, bir kimliğin, hatta bir “estetik tercihin” parçası olmaya çalışıyor. Ve bu süreçte “ait olma” hissi, gerçek bir bağdan çok bir arayış halini alıyor.
Üstelik günümüzün hızlı ve tüketim odaklı yapısı içinde aidiyet de metalaştırılmış durumda. Bir sosyal medya grubuna katılmak, bir diziyi izlemek, bir müzik tarzını benimsemek bile “bizden olmak” ya da “bizden olmamak” sınırını belirliyor. Bu kadar yüzeysel ve geçici tanımlar arasında, sahici bir aitlik duygusu bulmak giderek zorlaşıyor.
Ait olmak, belki de doğrudan yaşanamaz bir şeydir. Ait olduğunu hissettiğin an, kendinden bir şey kaybedersin. Kendi bireyselliğinden, özgünlüğünden taviz verirsin. Bu nedenle bazı insanlar için aitlik, konfor değil bir tutsaklıktır. “Beni anlayan bir yer yok” diyen birey, aslında ait olmamanın acısından değil; sahte aitliklerin içini boşaltmasından yakınıyor olabilir.
Belki de sorun şurada: Ait olmak bir ihtiyaç değil, bir alışkanlık. Ve bu alışkanlık, toplum tarafından kutsallaştırıldıkça, ona sahip olmayanlar kendilerini eksik değil, yanlış hissetmeye başlıyor.
2. Toprak Değil, Zihin: Coğrafyanın Ötesindeki Sürgün
Sürgün kelimesi tarih boyunca çoğunlukla coğrafi bir kopuşu tarif etti: bir yerden başka bir yere zorla gönderilmek, doğduğu topraklardan ayrı düşmek, sınır dışı edilmek. Ancak bugün giderek daha fazla insan, fiziksel olarak yerinden kıpırdamasa bile, içsel bir sürgünlük haliyle yaşamaya başlıyor. Bu, haritada görünmeyen ama zihinde yankılanan bir kopuştur. Ne sınır kapıları bu sürgünü tanır, ne pasaportlar.
Modern çağın bireyi artık yalnızca toprağından değil, anlamından, inancından, bağından da kopmuş durumda. Ve bu kopuş, çoğu zaman kendi rızasıyla değil, çağın dayattığı normlar yüzünden gerçekleşiyor. Yeni dünya, bireyin anlam kurmasını değil, mevcut anlamlara adapte olmasını teşvik ediyor. Her şeyin hızla değiştiği, kök salmanın zayıflık sayıldığı bu çağda, zihinsel sürgünlük bir tür ruhsal yan etki halini aldı.
Görünüşte her şey yerli yerinde: Aynı sokakta yaşıyorsun, aynı dili konuşuyorsun, aynı toplu taşıma aracına biniyorsun. Ama içten içe, kendini hiçbir yere ait hissetmiyorsun. Çünkü zihinsel olarak sen başka bir koordinattasın. Düşünce yapın, değer yargıların, anlam arayışların artık çevrenle uyuşmuyor. Coğrafi olarak kalmışsın ama zihinsel olarak çoktan başka bir yere gitmişsin — ya da hiçbir yere.
Bu zihinsel sürgün hali, yalnızlıkla da açıklanamaz. Çünkü bu yalnızlık, başkalarıyla iletişim kuramamak değil; başkalarının dünyasında gerçek bir karşılık bulamamaktan kaynaklanır. İnsanlar seni duyar ama anlamaz. Tepki verirler ama temas etmezler. Bu temas eksikliği zamanla bir boşluk yaratır; ne bir toplumun içinde kendine yer bulabilirsin ne de kendi zihninin karmaşasında bir düzen kurabilirsin. Sanki ruhun, içine sığmadığın bir kalabalığın ortasında tek başına dolaşır.
Zihinsel sürgünlük bazen bir tercihtir, bazen zorunluluk. Kimileri yaşadığı toplumun çelişkilerine, ikiyüzlülüklerine ya da yüzeyselliğine tepki olarak geri çekilir. Kimileri ise sorgulama gücünden dolayı sistem dışına düşer. Herkesin “normal” saydığı şeyleri anlamlandıramadığında, o “normal” dünyanın dışına atılırsın. Bu dışlanma bazen sosyal, bazen sessizdir. Kimse seni bir yerlere sürmez ama sen bir şeylerin dışında kaldığını, eksildiğini, silikleştiğini hissedersin.
Zihinsel sürgün, konumla değil durumla ilgilidir. Ve bu durum, giderek yaygınlaşan bir hal alıyor. Gönüllü ya da zorunlu olarak, birçok birey kendi iç ülkesinden çıkarılmış durumda. Artık mesele göç etmek, yersizleşmek değil; zihinsel olarak tutunacak bir anlam evreni bulamamak. Ve bu sürgün, fiziksel bir yerle çözülemiyor. Yeni bir ülkeye taşınmak, yeni bir şehirde yaşamak yetmiyor. Çünkü sorun dışarıda değil, içeride.
Zihinsel sürgünlüğün çözümü, yeni bir harita çizmek değil; içsel ekseni yeniden kurabilmektir. Belki de mesele ait olmak değil, kendine temas edebileceğin bir bilinç iklimi yaratmaktır. Çünkü bazen kurtuluş, bir yere varmakta değil, hiçbir yere ait olmama halini anlamakta yatar.
3. Birey ve Kalabalık Arasındaki Sıkışma
Modern insanın en çelişkili halleri, kalabalıkların ortasında tek başına yaşanır. Şehirler, sokaklar, kafeler, metro durakları… İnsanlar birbirine değecek kadar yakın ama bir o kadar da uzak. Sesler üst üste biner ama kimse kimseyi gerçekten duyamaz. Kalabalığın tam ortasında, bir boşluk gibi yaşamak mümkündür. Ve bu boşluk, bireyin kendine dair varoluşsal sorularıyla çarpıştığında daha da büyür: Ben kimim? Neredeyim? Bu kalabalığın içinde neden görünmezim?
Birey olmak, geçmişte bir ayrıcalıktı. Özgünlük, bireysellik, aykırılık birer meziyet sayılırdı. Oysa bugün birey olmak neredeyse bir yük gibi sunuluyor. Kalabalığın homojenliği içinde sivrilmek, dikkat çekmek değil; dışlanmak anlamına geliyor artık. Herkesin benzer düşündüğü, benzer göründüğü ve benzer hissettiği bir düzende, kendin olmaya çalışmak sanki bir sistem hatası gibi algılanıyor. İşte bu yüzden, ait olamayan bireyler çoğu zaman ya kalabalığa karışmak zorunda kalıyor ya da onun dışına itilmiş gibi hissediyor.
Buradaki sıkışma tam da bu iki uç arasında yaşanıyor: Bir yanda kalabalığın bir parçası olmak zorunluluğu, diğer yanda kendi iç sesini koruma arzusu. Sosyal kabul için bastırılan yönler, zamanla kişiliğin çatlamasına yol açıyor. Çünkü birey, topluluğun maskesini takmakla kendi yüzünü unutma arasında bir kayıpla karşı karşıya kalıyor. Kalabalıkla kurulan her temas, biraz daha eksiltiyor onu. Ve bu eksilme, dışarıdan bakıldığında görülmeyen ama içeriden kemiren bir yabancılaşma biçimi.
Sosyal medya bu sıkışmayı derinleştiren bir araç haline geldi. Herkes görünür olmak istiyor ama görünürlük artık bir maskeye bağlı. Kim olduğun değil, nasıl göründüğün önemli. Gerçeklik yerini temsile bırakmış durumda. Birçok insan, kalabalığın ilgisini çekebilmek için kendini parçalarken, aslında kendisinden uzaklaşıyor. Ve bu süreç sonunda birey, bir imajın içinde kayboluyor; kalabalık tarafından onaylanmak adına içsel bütünlüğünden vazgeçiyor.
Bu sıkışmanın bir diğer boyutu da duygusal ilişkilerde yaşanıyor. İnsanlar yakınlık kurmak istiyor ama aynı anda bağımsızlığını da korumaya çalışıyor. Kalabalığın içinde olmak istiyor ama boğulmak istemiyor. Bu içsel çelişki, ikili ilişkilerde de bir güvensizlik, süreksizlik ve bağ kuramama hali yaratıyor. Ait olma arzusu ile özgür kalma korkusu arasında sürekli salınan birey, bir türlü dengeyi bulamıyor.
Sonuç olarak, birey ve kalabalık arasındaki bu sıkışma, sadece bir sosyal pozisyon meselesi değil, zihinsel bir gerilim alanıdır. Kalabalığın içinde erimeden var olabilmek, birey için neredeyse bir akrobasiye dönüşmüş durumda. Ve bu gerilim çözülmediği sürece, insanın zihinsel sürgünü de devam edecek gibi görünüyor: Herkesin arasında ama hiçbir yere ait değil.
4. Kültürel Kodlara Yabancılaşmak: Herkesin Dilini Bilen Ama Hiçbirine Ait Olmayanlar
İnsanı topluma bağlayan şey yalnızca dil değildir; o dili hangi kodlarla konuştuğun da belirleyicidir. Mizah anlayışın, neye öfkelendiğin, hangi müziği dinlediğin, hangi diziye gülümsediğin ya da neye saygı duyduğun… Tüm bunlar kültürel kodların parçalarıdır. Ve bu kodlar görünmez bir aidiyet haritası çizer. Ancak o haritanın dışına düşersen, konuştuğun kelimeler bile bir yabancı dili andırmaya başlar. Duyulur ama anlaşılmazsın.
Kültürel kodlara yabancılaşmak, “toplum dışına çıkmak” gibi radikal bir hareket değil; daha çok toplumun içinde kalmaya çalışırken onun ritmini kaçırmak gibidir. Herkesin birlikte güldüğü bir espride sen sessiz kalırsın. Popüler bir şarkı çalarken sen ritmi hissedemezsin. Herkesin bildiği, gülümsediği, heyecanlandığı imgeler sana nötr gelir. İşte tam bu noktada, ait olmama hali derinleşir: çünkü içeridesindir ama içeriden biri değilsindir.
Bazı bireyler bu yabancılaşmayı bilinçli şekilde geliştirir. Kendini çoğunluktan farklılaştırmak, alternatif bir kimlik kurmak için “ana akım”la mesafelenirler. Ancak bu mesafe zamanla bir yalnızlık üretir. Çünkü alternatif olmak da bir tür dışlanmışlık getirir; aynı dili konuştuğun kimse kalmadığında, farklılık bir zenginlik değil bir sessizlik biçimi olur. Herkesin içinde ama hiç kimsenin parçası olmamak, en yoğun yalnızlık biçimidir.
Bir de bu yabancılaşmayı istemeden yaşayanlar vardır. Belki geçmişleri, değer sistemleri ya da hayata bakışları çevreleriyle örtüşmez. Belki hiçbir zaman bir “yerli” gibi hissedememişlerdir; ne kendi kültürlerinde ne de dışarıdan ithal edilmiş olanlarda. Ne gelenekle bağ kurabilirler ne de modernliğin ritmine ayak uydurabilirler. Sonuçta ortaya melez bir kimlik çıkar: Herkesten bir parça taşıyan ama hiç kimseye tam ait olmayan bir zihin yapısı.
Bu melezlik, başta bir ayrıcalık gibi gelebilir. “Kültürlerarası” olmak, “çok yönlü” olmak, “global düşünen birey” olmak... Ancak zamanla bu durum, kendi merkezini bulamayan bir dolaşıklığa dönüşebilir. Ne içindesin bir topluluğun, ne de tamamen dışındasın. Herkesin dilini biraz biliyorsun ama hiçbirini ana dilin gibi konuşamıyorsun. Bu da zihinsel bir evsizlik yaratıyor.
Kültürel kodlara yabancılaşmak, sadece sosyolojik değil, varoluşsal bir sorundur. Çünkü bu kodlar üzerinden insanlar birbirlerini tanır, tanımlar ve yakınlık kurar. Bu bağlar kurulmadığında, birey bir tür görünmezliğe mahkûm olur. Varlığı fark edilir ama özü yakalanamaz. Bu da zamanla bireyin kendine yabancılaşmasına yol açar: “Ben kimim?” sorusu, yalnızca kendine değil, içinde bulunduğun kültüre de yöneltilmiş bir serzeniştir.
Ve bu serzenişin cevabı çoğu zaman sessizliktir.
5. Zihinsel Sürgünlüğün Günlük Hayattaki Yansımaları
Zihinsel sürgün, yalnızca felsefi ya da soyut bir problem değildir; gündelik yaşamın her alanında kendini hissettirir. Sabah uyanıp işe giden, marketten alışveriş yapan, trafikte bekleyen ya da kahve alırken sıraya giren biri bile bu sürgün halini üzerinde taşır. Dışarıdan sıradan bir vatandaş gibi görünür, içten içe ise büyük bir kopuşu yaşar. Çünkü zihinsel sürgün, davranışlarda değil; anlamda, niyette, hissedişte kendini gösterir.
Bu hali yaşayan bireyler, çoğu zaman yaptıkları işlerde anlam bulamaz. Bir toplantıda herkes heyecanla planlar yaparken, o kişi sessizce olan biteni gözlemler. Çünkü oradadır ama oraya ait değildir. O işin parçası olmak için çabalar, görevlerini yerine getirir, hatta bazen başarı gösterir — ama bir iç boşluk hissi onu sürekli dürter: “Bu gerçekten benim hayatım mı?” Bu soru gün boyunca çeşitli kılıklarda gelir gider: her mailde, her telefon konuşmasında, her ‘iyi akşamlar’da.
İlişkilerde de bu sürgün hali kendini gösterir. İnsanlarla konuşurken bir mesafe hissedilir. Konu ne kadar samimi olursa olsun, sanki hep bir filtreyle duyulur her şey. Gülümsemeler otomatikleşir, jestler ezberlenir, sohbetler karşılıklı ama içtenliksiz olur. Birey kendini anlatmaya çalışır ama hep eksik kalır. Çünkü anlatmak, anlaşılmak değildir. Anlaşılmaksa, bazen kelimelerle değil, dünya görüşüyle, ruh hâliyle, titreşimle olur — ve bu titreşim çoğu zaman çevrede yankılanmaz.
Zihinsel sürgünlük bazen bedensel bir huzursuzluk olarak da çıkar ortaya. Kalabalık bir mekânda sebepsiz yere daralma hissi, evde yalnızken nedensiz bir sıkışma, yapılan her işin ardından gelen anlamsızlık… Bu hisler genellikle bastırılır ya da “mod düşüklüğü” diye adlandırılır. Oysa bunlar, zihnin sürgün hâlinin bedenle verdiği ortak alarmdır. Ruhun yerleşemediği bir yerde, bedenin de huzur bulması beklenemez.
Ayrıca bu sürgünlük, zaman algısını da bozar. Günler birbirine benzer, anılar flu hâle gelir. Gelecek belirsizdir, geçmişse aitlikten çok uzaklık hissi yaratır. İnsan sanki zamanın içinde değil, zamanın kenarında yaşar. Her şey akar ama onun içinde değilmiş gibi. “Hayat devam ediyor” cümlesi, dışarıdan gelen bir bildirim gibidir; senin dahil olmadığın bir senaryonun varlığına işaret eder.
Ve tüm bunların içinde birey, çoğu zaman bu hislerin adını koyamaz. “Depresyondayım” der, “yoruldum” der, “anlam arıyorum” der. Oysa asıl sorun bunların toplamı değil; ait olamama hâlinin mikroskobik yansımalarıdır. Zihinsel sürgün bir patlama değil, sürekli bir sızıdır. Günlük hayatın içine ince ince sızar, küçük ama kesintisiz acılar bırakır. Bir bakışta, bir cümlede, bir bekleyişte kendini belli eder. Ve çoğu zaman, kimse bunu fark etmez — çünkü sürgün, dışarıdan değil, içeriden yaşanır.
6. Aidiyetin Yeni Biçimi: Dijital Kimlikler ve Simülasyon Toplumları
Dijital çağ, aidiyet duygusunu maddi olandan soyut olana taşıdı. Artık insanlar bir mahallenin, bir aile yapısının ya da bir ülkenin değil; bir sosyal medya grubunun, bir online forumun ya da bir dijital kültürün parçası olmaya çalışıyor. Gerçek bağlar, yerini takipçi listelerine, yorumlara, algoritmik karşılaşmalara bıraktı. Böylece fiziksel dünyada ait hissedemeyen birey, dijitalde kendine bir kimlik uydurarak yeni bir “varoluş alanı” yaratmaya başladı.
Bu dijital kimlikler, çoğu zaman sahici değil ama işlevseldir. Gerçek hayatta kendini görünmez hisseden birey, internette sesini duyurabilir. Fiziksel dünyada onay görmeyen biri, dijital dünyada beğenilerle, retweetlerle, paylaşımlarla varlık kazanabilir. Yani artık aidiyet, görünmekle eşdeğer hale gelmiştir. Görüntü varsa, kimlik de vardır. Görünmezsen, yoksun.
Ancak bu yeni aidiyet biçimi, yüzeyde güvenli ve konforlu görünse de altı oldukça kırılgandır. Çünkü dijital kimlik, sürekli beslenmek ister. Algoritmalar seni unutmadan üretmen, konuşman, varlığını kanıtlaman gerekir. Aksi hâlde sistem seni dışarıda bırakır. Yani artık aidiyet, içsel bir bağ değil, dışsal bir performansa dönüşmüştür. Sanki dijital platformlar, yeni tapınaklar gibi; herkes orada bir inançla değil, bir kaygıyla ibadet eder.
Jean Baudrillard’ın “simülasyon” kavramı bu durumu çok net açıklar: Gerçeğin yerini alan bir gerçeklik yanılsaması. Gerçek bağların yerini alan dijital aidiyetler de bu simülasyonun bir parçasıdır. Gerçekte bir topluluğun parçası olmadan da “topluluk hissi” yaşayabiliriz. Kendi odamızda yalnızken bile binlerce insanla birlikteymişiz gibi hissedebiliriz. Ama bu bağlar çoğu zaman kriz anında çöker. Zor bir gün geçirirken, çevrende seni saracak kimse olmadığında, dijital kalabalıklar birer hayalete dönüşür.
Bu dijital aidiyetlerin bir başka boyutu da kendilik algısını şekillendirme biçimidir. Birey, artık kendini olduğu gibi değil; olması gereken gibi sunar. Filtreler, seçilmiş anlar, manipüle edilmiş anlatılar… Tüm bunlar yeni bir dijital kimlik yaratır ama bu kimlik çoğu zaman kişinin gerçeğinden uzaklaşmasına neden olur. Kendi imajına dönüşen birey, hem kendine hem başkalarına yabancılaşır. Ve bu yabancılaşma, zamanla bir iç çöküşe zemin hazırlar: İnsan, artık kendi rolüne inanmamaya başlar.
Sonuçta dijital kimlikler, aidiyet arayışına geçici bir çözüm sunar ama gerçek bir bağ üretmez. Sanal olanın içinde gerçekliği aramak, çöl ortasında su hayali görmek gibidir. Simülasyon toplumu, bireye bir sahne verir ama o sahne asla sahici bir evin yerini tutmaz. Çünkü en derin aidiyet hissi, yalnızca görünürlükle değil, anlaşılma, temas ve güven duygusuyla kurulur. Dijital dünyada bu unsurların taklidi vardır ama kendisi yoktur.
Ve işte tam bu yüzden, dijital aidiyet çoğu zaman zihinsel sürgünün yeni mekânıdır: Kalabalığın tam ortasında, bağlantılı ama yapayalnız.
7. Yolcu Olmak ile Sürgün Arasındaki İnce Çizgi
Yolculuk, insanın kendi arzusu ve iradesiyle çıktığı bir arayış biçimidir. Sürgün ise çoğu zaman mecburiyetle, zorunlulukla ya da dışsal bir itkiyle gerçekleşir. Ancak çağımızda bu iki kavram arasındaki sınır giderek bulanıklaşmaya başladı. Artık birçok insan, yolcu gibi davranıp sürgün gibi hissediyor. Gidiyor, geziyor, taşıyor, değiştiriyor — ama hiçbir yerde duramıyor. Ne geldiği yere dönebiliyor ne de vardığı yere kök salabiliyor. Zihinsel sürgün, bu çizginin en flu noktasında yaşanıyor.
Modern zamanın dijital göçebeleri, bir bakıma kendi içsel coğrafyalarında sürekli dolaşan yolculardır. Mekân değiştirirler, kimlik değiştirirler, fikir değiştirirler ama özlerinde bir sabitlik, bir dinginlik hissedemezler. Çünkü gidişleri özgürlük değil, kaçıştır. Hedef bir yere varmak değil, geçmişten ya da iç sesinden uzaklaşmaktır. Ve bu yolculuk hali uzadıkça, bir aidiyet biçiminden çok bir sürgün metaforuna dönüşür.
Yolcu olmak, içinde umut taşır. Gideceği bir yer, ulaşmak istediği bir anlam vardır. Sürgün ise genellikle yönsüzdür. Bir yere ulaşmak değil, bir yerden uzaklaşmakla tanımlanır. Ancak zihinsel düzeyde bu fark bazen silinir. Çünkü kişi bazen kendi içinden, kendi düşüncelerinden, kendi geçmişinden uzaklaşmak ister. Ve bu içsel uzaklaşma, coğrafi değilse de varoluşsal bir sürgüne dönüşür. Gidecek yerin olması, kalacak yerin yokluğunu telafi etmez.
Seyahat etmek, taşınmak, yeni yerlerde yaşamak... Bunların hepsi dışarıdan bir “arayış” gibi görünür. Oysa birçok birey için bu hareketlilik, içsel huzursuzluğun fiziksel yansımasıdır. Sürekli bir şeylerden kaçmak, hiçbir şeyi yerinde sabitleyememek. Bavullar dolu ama anlamlar boş. Rotası olan ama yönü olmayan bir yaşam biçimi. Bu yüzden bazı yolculuklar haritada ilerlerken, zihin aynı yerde dönüp durur. Gidilen her yeni yer, bir öncekinin eksik parçası gibi hissedilir.
Yolcu olmakla sürgün olmak arasındaki farkı belirleyen şey irade kadar niyettir. Eğer bir yere doğru gidiyorsan, yolcusundur. Ama eğer bir yerden kaçıyorsan ve nereye gittiğin belirsizse, artık bir sürgünsündür. Ve çağımızın en büyük illüzyonu da buradadır: Kaçışı yolculuk, sürgünü özgürlük gibi pazarlamak. Kök salmayı zayıflık, sabit kalmayı sıradanlık saymak. Oysa bazen yerinde kalmak, asıl cesarettir. Çünkü kendiyle kalmak, en zor yolculuktur.
Zihinsel sürgün yaşayan birey, çoğu zaman kendi iç yolculuğunu dış yolculukla karıştırır. Yeni bir ülkeye taşınarak, yeni bir işe girerek, yeni insanlarla tanışarak aidiyet bulmaya çalışır. Ama zihin, ait hissetmediği sürece bedenin nerede olduğu fark etmez. Harita değişir ama his sabit kalır. Çünkü asıl mesele nereye gittiğin değil; içindeki boşluğu taşıyıp taşımadığındır.
Belki de en sağlıklı hal, yolcu gibi gidebilmek ama sürgün gibi kaçmamak. Kök salmadan akabilmek ama yönünü kaybetmeden. Ne tamamen sabit, ne tamamen yersiz… Çünkü insan, ne tam bir yolcudur ne de ebedi bir sürgün. İkisi arasında, ince bir çizgide, zaman zaman düşerek ama yürümeye devam ederek ilerler.
8. Sonuç: Ait Olmama Hali Bir Çöküş mü, Direniş mi?
“Ait olamamak” çoğu zaman bir eksiklik, bir yarım kalmışlık gibi sunulur. Sanki ait olmayan insan bozulmuş, kırılmış, uyumsuzlaşmış bir makine parçasıdır. Toplumun dışına düşmüş, sistemin ritmini kaçırmış, sürüden kopmuş... Oysa ait olamama hâli her zaman bir çöküşü değil; bazen bir direnişi de temsil eder. Normlara teslim olmamış, sorgulamayı bırakmamış, yüzeyselliği kabullenmemiş bir bilincin yansımasıdır bu.
Çöküş ve direniş arasındaki fark çoğu zaman dışarıdan anlaşılamaz. Zihinsel sürgün yaşayan biri, toplumun gözünde “sorunlu” ya da “yalnız” biri olarak görünür. Oysa bu yalnızlık, bir seçimin değil bir farkındalığın ürünüdür. İçinde bulunduğu dünyanın çelişkilerini fark eden, kalabalıkların içi boş ritüellerine katılamayan birey, ister istemez geri çekilir. Ve bu geri çekilme, bazen bir çöküş gibi hissedilir ama aynı zamanda sistemin dayattığı kimliklere teslim olmamış bir bilincin işaretidir.
Ait olmamak, her şeyin dışında kalmak değil; sahte olanın içinde kaybolmamaktır. Herkesin bir role büründüğü, maskelerin yüz haline geldiği bir çağda, ait olamamak belki de en dürüst varoluş biçimidir. Çünkü sistem seni içine almak için önce dönüştürmek ister. Oysa sen dönüşmeyi reddettiğinde, sistem seni “uyumsuz” ilan eder. Bu uyumsuzluk bir zayıflık değil, bir farkındalık belirtisidir.
Ama bu farkındalık da kolay bir yük değildir. Zihinsel sürgün, bedeli yüksek bir varoluş biçimidir. İnsan çoğu zaman iç dünyası ile dış dünyanın arasına sıkışır. Ne kendini bırakabilir ne de dünyaya bütünüyle katılabilir. Bu ikilik, zamanla bir iç çatışmaya, hatta zaman zaman tükenmişliğe dönüşebilir. Ancak bu çatışma, düşünmeyen bir varoluştan daha anlamlıdır. Çünkü ait olmamak, hâlâ sorgulayabildiğini gösterir.
Dahası, her aidiyetin içinde bir teslimiyet, her uyumun içinde bir kabullenme vardır. Birey kendini ait hissettiği yapılar içinde zamanla silikleşebilir. O yapının kimliği, senin kimliğini yutar. Bu yüzden bazen ait olmamak, kendini korumaktır. Belki acılıdır, belki yalnızlığa mahkûmdur, ama sahicidir.
Sonuç olarak, ait olamama hali tek başına bir çöküş değildir. Çöküş, bu hâlin farkında olmadan yaşanmasıdır. Ama bilinçli bir şekilde, sahte bağlara karşı, geçici heyecanlara karşı, yüzeysel aidiyetlere karşı bir duruş olarak yaşanıyorsa, o zaman bu durum bir direnişe dönüşür. Kendi zihninde sığınacak bir yer kurmak, içten içe bir isyan biçimidir. Ve bu isyan, belki de insanın kendine verebileceği en onurlu cevaplardan biridir.
Kaynakça
Baudrillard, J. (2014). Simülakrlar ve Simülasyon (Çev. O. Adanır). Doğu Batı Yayınları.
Fromm, E. (1999). Özgürlükten Kaçış (Çev. A. Ertan). Say Yayınları.
Bauman, Z. (2003). Modernlik ve Müphemlik (Çev. İ. Türkmen). Ayrıntı Yayınları.
Han, B. C. (2020). Şeffaflık Toplumu (Çev. K. Akyüz). DeliDolu Yayınları.
Jung, C. G. (2017). İnsan ve Sembolleri (Çev. M. Cengiz). Kırmızı Kedi Yayınevi.
Deleuze, G., & Guattari, F. (2014). Anti-Oedipus: Kapitalizm ve Şizofreni (Çev. I. Ergüden). Norgunk Yayıncılık.
Riesman, D. (2012). Yalnız Kalabalık (Çev. N. Berke). Heretik Yayıncılık.
Beck, U. (2011). Risk Toplumu: Başka Bir Modernliğe Doğru (Çev. B. Doğan). İthaki Yayınları.
Barthes, R. (2017). Mitolojiler (Çev. M. Küçük). Heretik Yayıncılık.
Camus, A. (2016). Yabancı (Çev. S. Berzeg). Can Yayınları.
Simmel, G. (2004). Modern Kültürde Birey (Der. H. Çavuşoğlu). Bağlam Yayınları.
Eriksen, T. H. (2021). Anı Yaşamanın Tiranlığı (Çev. Z. Karamuk). Kolektif Kitap.
Rosa, H. (2020). Toplumsal Hızlanma: Modernliğin Zaman Yapısı Üzerine (Çev. B. Karaca). Vadi Yayınları.
Arendt, H. (2018). İnsanlık Durumu (Çev. B. Tütüncü). İletişim Yayınları.
Taylor, C. (2014). Kimliğin Kaynakları: Modern Benliğin İnşası (Çev. M. Sert). Metis Yayınları.
Yorum Bırakın