Okumadığım bit kitabın pr cümlesiydi galiba. Ne zaman duydum da böyle aklımda kaldı bilmiyorum. Bildiğim; gerçekliği ve keskinliğiyle hafızama kazınıp her hüzünlü anımda, her çaresiz hissimde cümlenin yakıcılığı ile kendimi iç içe buluyor oluşum. Şimdi de yasıma eşlikçi oldu işte.
Romanlar okuyor, hikayelerin peşinden gidiyor, kurgu karakterlerle kendi yaşamlarımızdaki insanların benzeşmelerine hayret ediyor, o kltaplar ve hayatlarımızla kesişen karakterler üzerinden çok şeyi anlıyor, empati kuruyor, bazen bir şeyleri affedip bazen de müdanasız kalmakta ısrar ediyoruz. Yaşamın bir parçası olmakla, ya da babalarımızın zihniyle gerçekler arasındaki mesafenin büyüklüğüne tanık olmakla başa çıkabilmenin yolu; okumak, yazmak, yazarın evrenine ve kelimelerine sığınmaktan başka bir şey olmuyor. Yine, yine ve yine...
Okudukça, yaşadıkça, yaş aldıkça, tanık olduğumuz veya doğrudan parçası olduğumuz yaşam an'ları çoğaldıkça; artık hiçbir şeye şaşırmayacağını, her şeye hazırlıklı olduğunu, acıya ve ''beklenmedik'' olana direnç geliştirdiğini sanıyor insan. Ah.. Elbette ki öyle değil. Bizim gibilerin o ''güçlü(!)'' duruşu yüzünden gelişen manasız bir sanrı bu sadece. Ve bakmakla görmenin yakın değil, düpedüz zıt anlamlı oluşunun da bir nevi ispatı...
Bir kız çocuğunun babasını yitirmesi ne demektir? Çok şey okudum buna dair. Odağında ''baba'' olan hikayeler... Kahraman babalar, affedilmeyen babalar, evladına sığınak olan babalar, suskun babalar, sevgisiz babalar, eksik ve yanlış seven babalar, çok sevip çok sevilen babalar... Sanki yazılacak her şey yazılmış, söylenebilecek her şey söylenmiş gibi. Ama gerçek öyle değil. Nasıl ki benliğimiz ve hayatlarımız biricikse, -yaşam her ne kadar ortak başlıklarla dolu olsa da- hikayelerimiz de o denli kendine has oluyor. Dolayısıyla da söz tükenmiyor. Söz söyleme ve sözü kayda geçirme arzusu galebe çalıyor.
Baba - kız ilişkisi... Derin, ama acıtmayan bir yara... Ne olursa olsun kopmaz. Sınanır, kırılır, yıpranır.. Ama kopmaz. Hector Abad Faciolince'in ''Nisyan'' romanında, daha ilk paragraflardan birinde anlatıcı şöyle der: ''Bir gün Tanrı ile babam arasında seçim yapmak zorunda kalmıştım da babamı seçmiştim.''
O kadar kendiliğinden bir seçimdir ki bu... Her daim sevgisini ve bağını koruyan babalara karşı; evlatların, bilhassa kız çocuklarının hayattaki en anarşist duruşudur belki de bu.
Baba... Bir bakışı bile bazen koptuğunu, hatta yok olduğunu sandığın bağın yerli yerinde durduğunu gösterir. Yeniden hayaller kurdurur insana. Belki bir yüzleşmenin, belki geçmişin, belki de geleceğin ihtimallerine dair yapılacak bir konuşmanın hayaline... O güne hazırlanırsın. Bugün, yarın, öbür gün... En nihayetinde bir gün... Romanlarda öyle olur çünkü. E hayatın kendisi kitaplardan daha sürprizli, daha inanılmaz ve hayret verici değil mi? Hiç şüphesiz öyle. Demek ki o ''bir gün''e erişilecek ve hikayemiz de bambaşka bir yere evrilecektir. Ah.. Hayır. Ne yazık ki hayır. Kurguyla gerçeğin en can alıcı farkını bilmeden göz ardı ediyoruz o hayale dalarken. Yazar, kendi yarattığı evrende bir şekilde -muhakkak- hikayenin adaletini sağlıyor. En muğlak sonlar bile yazarın elinde ''olması gereken'' sona kavuşuyor. Ama gerçek hayat öyle değil ve ekseriyetle de izin vermiyor buna. O gün'ü erteledikçe, olasılıklar kayboluyor yaşamın sürüncemesinde. Yine zaman galip geliyor ve o hayalini kurduğu ihtimallerle baş başa kalıyor insan.
Bir babanın gidişi insana en çok ne söyler? İnsan en çok neyi anlar babasının yokluğunun ardından? Bu hayattaki yerini/yersizliğini mi? Ölümün ve acının birleştirici gücünün zavallı bir yalan olduğunu mu? Teselliler ve çaresizlik hissinin içinde kaybolup yeniden yol bulmanın ne yazık ki ve iyi ki mümkün olduğunu mu? Belki hepsi, belki hiçbiri.. İnsan en çok hayat ve ölümün ne kadar iç içe olduğunu idrak ediyor. Ve ne olsa da hayatın ölümden üstün ve güçlü olduğunu, ölüme her daim galip geldiğini... Anlıyor.
Babalar, henüz hayattayken bile varlıklarıyla bir gün bu dünyadan gittiklerinde bize kalacak olan yalnızlığı ve çaresizliği hep işaret ediyorlar aslında. Daha o son'a gelmeden... Bu, bir kız çocuğunun hem gücü, hem de en zayıf yanı olsa gerek. Baba - kız ilişkisinin çelişkilerle dolu derinliği de burada saklı değil mi zaten?
Okudukça, yaşadıkça, yaş aldıkça, tanık olduğumuz veya doğrudan parçası olduğumuz yaşam an'ları çoğaldıkça; artık hiçbir şeye şaşırmayacağını, her şeye hazırlıklı olduğunu, acıya ve ''beklenmedik'' olana direnç geliştirdiğini sanıyor insan. Ah.. Elbette ki öyle değil. Bizim gibilerin o ''güçlü(!)'' duruşu yüzünden gelişen manasız bir sanrı bu sadece. Ve bakmakla görmenin yakın değil, düpedüz zıt anlamlı oluşunun da bir nevi ispatı...
Bir kız çocuğunun babasını yitirmesi ne demektir? Çok şey okudum buna dair. Odağında ''baba'' olan hikayeler... Kahraman babalar, affedilmeyen babalar, evladına sığınak olan babalar, suskun babalar, sevgisiz babalar, eksik ve yanlış seven babalar, çok sevip çok sevilen babalar... Sanki yazılacak her şey yazılmış, söylenebilecek her şey söylenmiş gibi. Ama gerçek öyle değil. Nasıl ki benliğimiz ve hayatlarımız biricikse, -yaşam her ne kadar ortak başlıklarla dolu olsa da- hikayelerimiz de o denli kendine has oluyor. Dolayısıyla da söz tükenmiyor. Söz söyleme ve sözü kayda geçirme arzusu galebe çalıyor.
Baba - kız ilişkisi... Derin, ama acıtmayan bir yara... Ne olursa olsun kopmaz. Sınanır, kırılır, yıpranır.. Ama kopmaz. Hector Abad Faciolince'in ''Nisyan'' romanında, daha ilk paragraflardan birinde anlatıcı şöyle der: ''Bir gün Tanrı ile babam arasında seçim yapmak zorunda kalmıştım da babamı seçmiştim.''
O kadar kendiliğinden bir seçimdir ki bu... Her daim sevgisini ve bağını koruyan babalara karşı; evlatların, bilhassa kız çocuklarının hayattaki en anarşist duruşudur belki de bu.
Baba... Bir bakışı bile bazen koptuğunu, hatta yok olduğunu sandığın bağın yerli yerinde durduğunu gösterir. Yeniden hayaller kurdurur insana. Belki bir yüzleşmenin, belki geçmişin, belki de geleceğin ihtimallerine dair yapılacak bir konuşmanın hayaline... O güne hazırlanırsın. Bugün, yarın, öbür gün... En nihayetinde bir gün... Romanlarda öyle olur çünkü. E hayatın kendisi kitaplardan daha sürprizli, daha inanılmaz ve hayret verici değil mi? Hiç şüphesiz öyle. Demek ki o ''bir gün''e erişilecek ve hikayemiz de bambaşka bir yere evrilecektir. Ah.. Hayır. Ne yazık ki hayır. Kurguyla gerçeğin en can alıcı farkını bilmeden göz ardı ediyoruz o hayale dalarken. Yazar, kendi yarattığı evrende bir şekilde -muhakkak- hikayenin adaletini sağlıyor. En muğlak sonlar bile yazarın elinde ''olması gereken'' sona kavuşuyor. Ama gerçek hayat öyle değil ve ekseriyetle de izin vermiyor buna. O gün'ü erteledikçe, olasılıklar kayboluyor yaşamın sürüncemesinde. Yine zaman galip geliyor ve o hayalini kurduğu ihtimallerle baş başa kalıyor insan.
Bir babanın gidişi insana en çok ne söyler? İnsan en çok neyi anlar babasının yokluğunun ardından? Bu hayattaki yerini/yersizliğini mi? Ölümün ve acının birleştirici gücünün zavallı bir yalan olduğunu mu? Teselliler ve çaresizlik hissinin içinde kaybolup yeniden yol bulmanın ne yazık ki ve iyi ki mümkün olduğunu mu? Belki hepsi, belki hiçbiri.. İnsan en çok hayat ve ölümün ne kadar iç içe olduğunu idrak ediyor. Ve ne olsa da hayatın ölümden üstün ve güçlü olduğunu, ölüme her daim galip geldiğini... Anlıyor.
Babalar, henüz hayattayken bile varlıklarıyla bir gün bu dünyadan gittiklerinde bize kalacak olan yalnızlığı ve çaresizliği hep işaret ediyorlar aslında. Daha o son'a gelmeden... Bu, bir kız çocuğunun hem gücü, hem de en zayıf yanı olsa gerek. Baba - kız ilişkisinin çelişkilerle dolu derinliği de burada saklı değil mi zaten?
Yazar, babalar için alınlarımıza yazılmıl yalnızlıklardır demiş ama; yine de bu kelimeyi kadersel bir yalnızlığa indirgemek haksızlık olur. Eksik kalır. Herkeste bambaşka karşılığı vardır hiç şüphesiz. Ve evet, herkes ''o başkaydı'' der kendi babası için. Öyledir de nitekim.
Ama benim babam... Eşsizdi. Bu hayattaki kimseye benzemezdi. Sessiz derlerdi ardından hep. Bir bakıma haklılardı ama kelimelere ihtiyaç duymayacak kadar netti varlığının ve benliğinin şekli. Zaten herkes de bilirdi. O sessizlşğin içindeki iyi kalpliliği, bonkörlüğü, nezaketi, sahiciliği... Öyle uzun cümleler kurmadan yaşayan birinin ardından herkesin bunları vurguluyor olması da yine onun insanlığının başarısı, hayata attığı son çentik oldu galiba.
Sevgiyi söze dökmeyi ve temasla perçinlemeyi biliyordu ama; bir bakışla bile o sevginin derinliğini ve sahiciliğini ortaya koymayı, yine tek bir bakışla karşısındakini dünyanın en mahçup ve suçlu insanı gibi hissettirebilmeyi nasıl başarıyordu acaba?
Ama benim babam... Eşsizdi. Bu hayattaki kimseye benzemezdi. Sessiz derlerdi ardından hep. Bir bakıma haklılardı ama kelimelere ihtiyaç duymayacak kadar netti varlığının ve benliğinin şekli. Zaten herkes de bilirdi. O sessizlşğin içindeki iyi kalpliliği, bonkörlüğü, nezaketi, sahiciliği... Öyle uzun cümleler kurmadan yaşayan birinin ardından herkesin bunları vurguluyor olması da yine onun insanlığının başarısı, hayata attığı son çentik oldu galiba.
Sevgiyi söze dökmeyi ve temasla perçinlemeyi biliyordu ama; bir bakışla bile o sevginin derinliğini ve sahiciliğini ortaya koymayı, yine tek bir bakışla karşısındakini dünyanın en mahçup ve suçlu insanı gibi hissettirebilmeyi nasıl başarıyordu acaba?
Sen her şartta, her durumda yaşamını asalet ve iyi kalplilikle sürdürdün baba. Sen gidince anladım; nasıl ki yaşamlarımızı şekillendiren karakterlerimizse, ölümümüze biçim veren de o. Onurun, gururun ve asla eğilip bükülmeyen duruşunla acı çekmeden ve kalanlara ''yük olmadan'' gittin. Tam da senden beklendiği gibi... Hayatta da hep böyleydin. Bir şeylerin sonucunu değiştirmeye çalışmaz, elin hiçbir zaman fazlasına uzanmaz, olanı olduğu gibi kabul eder, ve hayatın koyduğu sınırın gerisinde durup başka bir yaşam sınırı koyardın kendine. Pes etmek veya mücadele etmemek değil, başka bir duruştu senin yaptığın. Yaşamı artık geride bırakırken de böyle yaptın.
Tahmin edeceğin üzere kitaplara sığınıyorum yine baba. Guadalupe Nettel'in Kıştan Sonra isimli bir romanını okumuştum sen gitmeden hemen önce. Şöyle bitiyordu kitap: ''(...) her yıl nasıl kıştan sonra bahar geliyor ve bize onun sertliğini unutturuyorsa, ölülerimizin üstünde koşturup oynayan çocuklar da hep olacak. Ve ölülerimizi unutulmaya mahkum etmeseler bile, acı dolu yokluklarına rağmen, yaşama isteğimizi yenileyebilenler de yine onlar, yani çocuklar olacak.'' Hayır. Kimse değil. Yaşama isteğimizi yenileyebilme gücü, bizzat ölen sevdiğimize ait olabilir sadece. Onun sessiz hatırası fısıldadığında ikna olabiliriz ancak, hayatın her şeye rağmen devam ettiği gerçeğine. Fısıltını duydum baba. Duydum. Işıklar içinde, huzurla uyu. Ben seni dinlemeye buradan da devam ederim.
Tahmin edeceğin üzere kitaplara sığınıyorum yine baba. Guadalupe Nettel'in Kıştan Sonra isimli bir romanını okumuştum sen gitmeden hemen önce. Şöyle bitiyordu kitap: ''(...) her yıl nasıl kıştan sonra bahar geliyor ve bize onun sertliğini unutturuyorsa, ölülerimizin üstünde koşturup oynayan çocuklar da hep olacak. Ve ölülerimizi unutulmaya mahkum etmeseler bile, acı dolu yokluklarına rağmen, yaşama isteğimizi yenileyebilenler de yine onlar, yani çocuklar olacak.'' Hayır. Kimse değil. Yaşama isteğimizi yenileyebilme gücü, bizzat ölen sevdiğimize ait olabilir sadece. Onun sessiz hatırası fısıldadığında ikna olabiliriz ancak, hayatın her şeye rağmen devam ettiği gerçeğine. Fısıltını duydum baba. Duydum. Işıklar içinde, huzurla uyu. Ben seni dinlemeye buradan da devam ederim.
Her cümlesine kalbinden sarılırcasına hissettiğimiz duygularımız; bir hayalin kıvılcımlanan anları gibi muhteşem ötesi bir başyapıt yazısı..