2025 hem dünya hem de ülkemiz tarihi açısından zor bir yıl oldu / oluyor. Muhtemel ki; ileride tarih kitaplarında çokça yer verilecek olayların sebep sonuç ilişkisi kurulurken referans olabilecek bir zaman dilimi oldu. Bugünden baktığımızda bile anlaşılabilen bir gerçek bu. Trump'ın yeniden seçilmesi, Ortadoğu'da yıllardan beri dağıtıla dağıtıla bitirilemeyen kartlar ve dizayn edilen ''yeni'' yaşam, iç politikadaki çıkmazlar ve artık kimin kim olduğunu anlayamadığımız güç odakları...
19 Mart 2025 günü son yirmi üç yıldır sayısını artık bilmenin mümkün olmadığı yeni sabahlardan birine uyandık. CHP'nin cumhurbaşkanı adayı, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu gözaltına alındı. Bu haberi gördüğümüz ilk andan itibaren -ne yazık ki- gözaltının neyle sonuçlanacağını biliyorduk. Neden biliyor olduğumuzu da hepimiz yine ne yazık ki biliyoruz. Bir hukuk devletinde gözaltına alınan birinin akıbetinin biz sıradan vatandaşlar tarafından bilinemeyeceği gerçeğini de hakeza.
Ekrem İmamoğlu bugün itibariyle tam 222 gündür tutuklu. Eğer çok olağanüstü bir durum olmazsa sürecin gidişatını da, çıkacak kararları da öngörebiliyoruz bugünden. Ama o sonuca giderken mahkemenin tutumunu da her şeye rağmen merak ediyor ve takip etmeye çalışıyorum.
Geçtiğimiz günlerde diploma davasının görüldüğü Silivri'deki duruşmalardan birinde, İmamoğlu'nun savunmasına dair kesitleri okurken bir cümlesine takıldım. Şöyle bir ifade kullanmış; ''insanlar artık iyiyi aramıyor, kötülükten kaçmaya çalışıyor. Umudu iflas ettiriyorlar ama ettirmeyeceğim.''
Savunma tutanağının tümünü okuma şansım olmadı. O yüzden, Ekrem İmamoğlu bu cümleyi hangi bağlamda kurdu bilmiyorum ama; yaşadığımız sosyal çürümenin en yalın özetini yapmış aslında. Daha doğrusu, bu çürümenin bizlerdeki tezahürünü.
Tarihi zamanlardan geçiyoruz. Üstelik de biz sıradanların sıradan hayatlarını dahi makro ölçüde etkileyecek kadar tarihi zamanlar. Her sabah güne yeni operasyonlarla, ''itiraflarla'', Ortadoğu'da yanan ateşi daha da harlayan adımlarla uyanıyor ve belirsiz bir sürece yürüyoruz.
Türkiye toplumuz özelinde söylemek gerekirse, hayatın her alanında yaşadığımız umut etme motivasyonsuzluğu, güç sahiplerinin dizayn ettiği ve ''başarılı'' da olduğu bugünkü toplum modeli, bizi tıpkı İmamoğlu'nun söylediği gibi, iyiyi aramaktan vazgeçirip, kötülükten korunma refleksine itiyor. Ülkeyi saran kötülük sarmalına karşı mücadele etme alanımız kalmadığı için, kendi küçük hayatlarımızda bireysel direnç halimizi korumaya çalışabiliyoruz ancak. Ki bu direncin de güç karşısında ne kadar kırılgan olduğu da acı bir gerçek.
Tarihin, doğası gereği hep ileriye ve iyiye meyilli olduğu, suların bulanmadan durulmayacağı gibi saiklerle bir sonraki sandıkla, ya da açığa çıkan skandallarla umut kırıntıları arayan çaresiz bireylere dönüştük artık. Tutunduğumuz ya da savunduğumuz değerlerin birer birer ablukaya alınması, seslerimizin kısılması, ülkede bugün bile azımsanmayacak bir kalabalığın olan biteni algılayamaması, algılayanların yaşadığı tükenmişlik hissi..
Bu noktada şöyle bir soru doğuyor: umudumuz tükeniyor, umut etme motivasyonu bulamıyoruz ama; umut zaten her şeyin süt liman olduğu bir ortamda kendini gösteren, güçlü hissettiğimiz ya da motivasyonumuzun yerinde olduğu zamanlarda harekete geçebilen bir şey mi? Tam da bunların yokluğunda yönelmez miyiz zaten umuda?
Peki ya yanılıyorsak? Böyle zamanlarda ihtiyacımız olan şey hakikaten soyut bir umut duygusu mu, yoksa sesimizi daha çok çıkarma kararlılığı mı? Madem ki artık elimizde yalnızca kendi iç dünyamızda ''onlar gibi olmama'', ''onlara benzememe'' direncimiz kaldı, öyleyse umut artık yerini sözünü sakınmama kararlılığına bırakmalıdır belki de.
Ekrem İmamoğlu ve diğer siyasi tutsakların, tutuklu gazetecilerin cezaevi koşullarında destekçilerinden aldıkları güçle umut vurgusu yapmaları olağan tabii. Özgürlüğünden yoksun bir insanın başka türlü bir tavır geliştirmesi zaten mümkün değil. O koşullardayken, toplumsal desteğin getirdiği umut o kadar büyür ki; İmamoğlu'na 12 metrekarede başkalarından daha özgürüm dedirtebilir. Gördük bunu.
Biz ''özgür'' olanlara gelecek olursak, neye ihtiyacımız olduğunu bir kez daha düşünmemiz gerek sanırım. Her yeni güne yeni operasyonlarla başladığımız, konuşmanın ve varlık göstermenin bir bedeli olduğu gerçeğinin içimize işlediği ve bunları giderek daha çok kanıksadığımız bu zamanlarda, zor biliyorum. 102 yıllık ülke tarihimizde belki de sözün bedelinin en ağır olduğu dönemi yaşıyoruz. Ama bu garabetten gerçekten çıkmak istiyorsak umut gibi zemini kaygan duygulara değil, sözümüzü dosdoğru söyleme cesaretine ihtiyacımız var en çok. Gerçeği ve doğruyu savunmanın cesaret gerektirmediği bir ülke olmamız dileğiyle, cumhuriyetimizin 102. yaşı kutlu olsun!



Yorum Bırakın