Frankenstein: Benliğin Çatlağında Canavar

Frankenstein: Benliğin Çatlağında Canavar
  • 1
    0
    1
    0
  • Guillermo del Toro’nun 2025 yapımı Frankenstein uyarlaması, yalnızca klasik bir romanın yeniden anlatımı değil; yaratılan ile yaratan arasındaki çizginin silindiği bir varoluş sorgulamasıdır. Del Toro, canavarı yalnızca korkulacak bir “öteki” olarak değil, yaratıcısının elinden düşmüş bir suret olarak yeniden yorumlar. Onun yaratığı, yalnız bir laboratuvar ürünü olmaktan çıkar; insanlığın bastırdığı persona, bilincin dışladığı bir parça olur. Del Toro’nun sinemasında canavar her zaman içeridedir; çünkü korktuğumuz şey aslında göremediğimiz karanlık yanımızdır.

    Del Toro’nun filmografisinde canavar, kötülüğün sembolü değil, kırılganlığın bedenidir. Suyun Sesi’ndeki amfibik yaratıkta, Pan’ın Labirenti’ndeki hayali canavarlarda ya da Nightmare Alley’deki insani yozlaşmada hep aynı tema yankılanır: Gerçek dehşet, görünüşteki canavarlarda değil, onları yaratan, onları dışlayan insanlarda saklıdır. Del Toro’nun Frankenstein’ı bu bakışın en olgun hâlidir. Yönetmen, Mary Shelley’nin metninde gizli olan trajediyi yeniden yüzeye çıkarır: yaratığın asıl suçu varoluşudur; onun canavarlığı, insanın kendi vicdanının gölgesidir. Bu film, Del Toro için bir doruk noktası gibidir. Çünkü yönetmen canavarı sadece bir anlatı figürü olarak değil, insan olmanın ontolojik kırılma noktası olarak ele alır. Del Toro’nun Frankenstein’ı, korkunun dışarıda arandığı bir hikâye olmaktan çıkar; çünkü yaratık zaten oradadır, insanın içinde, bilincin karanlık kıvrımlarındadır.

    Frankenstein’ın laboratuvarında yeniden kurulan beden aslında insanlığın en eski mitini tekrar eder: Yaratılışı. Prometheus’un ateşiyle Frankenstein’ın elektriği aynı öze sahiptir; her ikisi de yaratılışın günahkâr kıvılcımıdır. Frankenstein tanrı maskesi giymiş bir yaratıcıdır, mutlak tözdür. Frankenstein’ın yüreğinde hırs, elinde bilgi vardır; bilgi iktidardır, güçtür, tanrısaldır. Yaratılan bu iktidarın ve hırsın yan ürünüdür; iradesiz ama bilinçlidir, ikirciklidir, patolojiktir. Yaratılan doğduktan sonra terk edilir. Adem’in sürüldüğü gibi sürülür varoluşsal kaygılara. Yaratılanın hikayesi aslında insanın hikayesidir; onun yabancılığının ve sıkışmışlığının tezahürüdür. Yaratılan bilincin tahribatıyla yoğrulmuştur, anlamsızlığa terk edilmiştir. Ondandır ki isyanın bayrağını çekerken şöyle haykırır:

    “Ey yaratan, ben mi istedim, çamurumdan beni, insanı yoğur diye, ben mi yakardım sana karanlıktan beni çıkart diye?”

    Frankenstein’ın yaratığı, Georges Bataille’ın sözünü ettiği “aşırılığın bedeni”dir. Bataille için beden, kutsal olanın çöküşünden arta kalan son tapınaktır; ama aynı zamanda sınır ihlallerinin, taşkın arzuların ve ölüm dürtüsünün mekânıdır. Bataille bedeni “aşırı deneyimin alanı” olarak tanımlar. Yaratılan da bu aşırılığın içindedir, insan olmanın sınırlarını zorlayan bir ara-varlıktır. Ne tam insandır ne bütünüyle canavar; o, kutsal ile profan arasındaki geçiş bölgesidir. Kendisine yabancıdır çünkü bedeni başkasının elleriyle biçimlenmiştir. Yabancılaşmanın en derin biçimi, kendi bedenine hükmedememektir. 

    Yaratılan kendi derisinin içinde hapsolmuş bir ötekidir; varlığı başkasının fikrinin izidir, bu yüzden hiçbir suret ona ait değildir. Toplum ondan korkar çünkü onun varlığı insanın içindeki karanlığı ifşa eder. O, bastırılmış olanın bedenleşmiş hâlidir; uygarlığın kusurunu taşıyandır.

    Kristeva’nın “tiksinti”si, canavarın doğduğu ilk anı tanımlar aslında: varoluşun henüz biçim bulmadığı, kimliğin belirsizleştiği, sınırların çözüldüğü o ara mekân. Tiksinti sadece bir duygulanım değildir; benliğin kendi dışına sızan, ötekine bulaşan yönünü fark ettiği andır. Canavar tam da bu sınır ihlalinin vücut bulmuş hâlidir. Frankenstein’ın laboratuvarında insanın tanrısal arzusu ile bedensel tiksintisi birbirine girer. Frankenstein yaratısını bir mucize olarak görmek ister ama onunla ilk karşılaşmasında yüzünü tiksintiyle buruşturur. Çünkü gördüğü şey, kendi bastırdığı karanlığın cisimleşmiş hâlidir: ölüm, et, dikiş izleri... Kristeva’nın sözünü ettiği “abject” tam burada belirir; hem ait olunan hem de reddedilen bir varlık olarak. Canavar hem insanın içinden çıkmıştır hem de insana yabancıdır.

    Ancak canavarın trajedisi tiksintiyle başlamaz, farkındalıkla derinleşir. Sartre’ın Bulantı’sında olduğu gibi, varlık bir an gelir ve zuhur eder. Canavar, ilk defa doğanın ortasında tek başına yürürken bu ağırlığı hisseder: Her şey birden fazla gerçekliğe sahip gibidir, nesneler canlı, hava ağır, beden ise fazlalık olarak gelmeye başlar. Sartre’ın kahramanı Roquentin gibi canavar da varlığın “nedensiz”liğini fark eder. Ne bir amacı vardır ne de bir bağlamı. Varoluş, kendi başına dayanılmaz bir hakikat hâline gelir. İşte o anda bulantı başlar: bilincin kendi farkındalığına tahammül edemediği o an. Canavar yaratılmış olmanın dayanılmazlığını, varlığının sahipsizliğini hisseder. Artık sadece terk edilmiş değildir; ontolojik olarak fazladı

    Sartre’a göre bulantı, insanın dünyayla kurduğu anlam ilişkisinin çöktüğü andır. Canavarın hikâyesi tam da bu çöküşün öyküsüdür. Artık bir isimden, bir kökenden, bir yaratıcıdan mahrumdur. Kendini bir hikâyeye yerleştiremez. Onun varoluşu, sürekli bir fazlalık duygusuyla tanımlanır; ne tamamen insandır ne de bütünüyle başka. Bu ara hâl, Kristeva’nın tiksintisinden devralınan bir aradalığın, Sartre’ın bulantısında şekil bulan anlamsızlığın birleşimidir.

    Canavar yalnızca dışlanmış bir bedenden ibaret değildir; toplumsal düzenin kendi sınırlarını korumak adına dışarıya sürdüğü bir fazlalıktır. Kristeva’nın tanımıyla o “iğrenç”tir; yani hem tanınan hem de reddedilen bir varlıktır. İnsan kendi bütünlüğünü sürdürmek için bu iğrenci sürekli olarak dışarı atmak zorundadır. Canavarın bedeni bu dışlama ediminin izlerini taşır: toplumun görmek istemediği, bastırdığı, susturduğu her şey orada biçim bulur. Bu yüzden canavarın yalnızlığı sadece varoluşsal değil, aynı zamanda yapısaldır. O, insanın kendi yarattığı düzenin dışında kalmakla kalmaz; o düzenin devamı için orada, dışarıda tutulur.

    Ama insanın canavar korkusu aslında kendine duyduğu korkudur. Jung’un “gölge” dediği şey bu bastırılmış bölgeden sızar. İnsan, kendi içindeki karanlığı tanımak yerine onu bir başkasında, bir canavarda somutlaştırarak rahatlar. Oysa gölgeyi tanımak, canavarı kabul etmek demektir; ve bu, bastırılmış olanla yüzleşmenin tek yoludur. Canavarın dışlanmış bedeniyle insanın bastırılmış iç dünyası aynı yerde kesişir. Frankenstein’ın canavarı bu kesişimin en çıplak biçimidir: bir yaratım değil, bir aynadır. İnsanlık orada kendi gölgesini görür; görmek istemediği tarafına maruz kalır. Bu yüzden ondan kaçar, onu öldürmek ister. Fakat canavar bir türlü ölmez, tıpkı insanın içindeki karanlık gibi.

    Del Toro’nun Frankenstein’ı, hikâyeyi yeniden anlatmakla kalmaz; onu içeriden dönüştürür. Bu filmde yaratık artık korkunun figürü değil, insanın kendi varoluşuyla yüzleşmesinin biçimidir. Del Toro için canavar, insanın hem en eski hem de en güncel yüzüdür; içimizde sessizce duran ama asla yok olmayan o gölgedir.

     


    Yorumlar (1)
    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.