Suçluluk Psikolojisi: Bilincin Son Noktası

Suçluluk Psikolojisi: Bilincin Son Noktası
  • 7
    0
    0
    0
  •          

    Suçluluk, sosyal bir varlık olan insanın en temel duygularından birisidir, öyle ki ondan kaçmak mümkün değildir çoğu zaman. Büyüme sürecinde çevresinden öğrendiği ahlaki ikilemleri beynine o kadar iyi kazır ki insan, herhangi bir hukuki ceza almasa bile o suç insanı sonsuz bir vicdan azabına hapseder. Toplumun ahlaki normlarına göre bir hata işleyen birey korkunç psikolojik sonuçlara katlanmak zorunda kalacaktır. Ne kadar kötü gözükürse gözüksün, suç psikolojisi bir bakıma iyidir ve iyi olmaktan da öte gereklidir, çünkü insanı yaşadıklarını düşünmeye iter, bilincin en gelişmiş örneğidir. Hatalarının diğer hayatları nasıl etkilediğini, zamanın akışını akıl almaz ölçüde değiştirebileceğini gören birey tekrardan sağlıklı bir mental sağlığa kavuşabilmek umuduyla davranışlarını kontrol etmeye başlar, suç işlemekten kaçınır. Diyebiliriz ki insanın suçluluk durumunda hissettiği stres, anksiyete, kendinden korkma ve nefret etme, sorgulamaların artması bazı zamanlar faydalı ve gereklidir. Suç ve Ceza’da Raskolnikov karakterinde sıkça gördüğümüz suçluluk psikolojisi, çoğu zaman insanlarda cezalandırılma isteğiyle son bulur. İçgüdüsel bir eğilim olarak insan cezalandırılıp günahlarının kefaretini ödemek ister, bu şekilde eski temiz, saf hayatına dönebileceği yanılgısına kapılır. Oysa insan her yaşadığıyla değişir, dönüşür ve şekillenir. Suçun yarattığı vicdan azabından kurtulmak mümkün olsa da suç bireyi bambaşka bir bilinç seviyesine taşır.

                Bütün bu yüke rağmen insanın suç işlemesi dışarıdan bakıldığında mantığa oturtulamayacak bir eylem gibi gözüküyor. İnsanların suç işlemelerine getirilen bazı yaklaşımlar günümüzde mevcut. En önemli yaklaşımlardan birisi biyolojik, yani suç işleme eğiliminin kalıtsal olarak atalardan aktarılmış olması. Ancak bu yaklaşım bilim dünyasında çoktan çöp oldu diyebiliriz, çünkü tek bir gen yerleşimi veya fiziksel bir özellik bireyi suçlu konumuna düşürmeye yetmez. Suçluların suç işlemesi her ne kadar onların suça olan genetiksel eğilimiyle ilişkili olsa da, ortada bunu kanıtlayacak kadar delil yoktur ve en nihayetinde bu seçim insanın kendi iradesine aittir. Ruhbilimsel yaklaşım biraz daha gerçekçi kalacaktır. Bu yaklaşım her davranış gibi suçun da öğrenilmiş olduğunu ve insanın kontrolü dışında gerçekleştiğini savunur. Bireyin içinde yetiştiği ortam onun kişiliğini oluşturur ve suça karşı bakış açısını tamamen farklılaştırır. Toplumun genel normlarına göre cezalandırılması gereken bir davranış, çocuğun büyüdüğü ortamda gayet doğal bir davranış olarak görülebilir, bu da bir suçlu yaratmak için fazlasıyla yeterlidir. Bazı yaklaşımlarsa suçu bireye atfetmektense topluma yıkar, sınıfsal farkların ve toplum eşitsizliğinin insanları suç işlemeye yönlendirdiğini iddia eder, kimi durumlar için doğrudur da. Ancak dünyaya geniş bir perspektiften baktığımızda toplumsal eşitsizliğin suç oranını etkilemediğini görüyoruz. Suçun niteliği değişse bile, insanların suç işleme oranları sınıfsal farkların en aza indirgenmiş olduğu yerlerde ve bu farkların en uçurumlaşmış olduğu yerlerde neredeyse aynı. O zaman, buradaki ikilem nasıl çözülecek? Suç insanın doğasından silemeyeceğimiz ve var olmaya devam etmesi gereken bir gereklilik mi? Varlığının gerekliliğini şu an bilemeyecek olsak da, insanın toplum tarafından tabu görülen ve şiddetle yasaklanan olguları içten içe daha fazla arzuladığını Freud’un çalışmalarından biliyoruz. Toplum kendi sürekliliğine zarar veren durumları suç olarak niteler ancak bireyin bilinçaltında en çok yapmak istediği şey tabuyu çiğnemektir. Çünkü tabular yapaydır ve doğada bir karşılıkları yoktur. Örnek vermek gerekirse, doğada cinayet kavramı yoktur çünkü bir türün diğerini öldürmesi akışa dahil, önlenemez bir olaydır ve gerçekleşmesinde hiçbir sakınca yoktur. Kendini ahlak, ceza, suç, hukuk, devlet, toplum gibi hayali kavramlara bir nevi hapsetmiş birey içten içe doğasına ve ilkel yaşam şekline dönmeyi arzular, bu da bir toplum ne kadar ilerlemiş olursa olsun suç oranının ortadan kaybolmamasına sebep olur. 

                Bütün bu koşulları ve yaklaşımları düşündüğümüzde, hukuk ve ceza sisteminin çok ince bir dengesi olması gerektiğini söyleyebiliriz. Bir insan suç için cezalandırılırken sosyolojik, psikolojik ve hatta biyolojik koşulları göz önünde bulundurulmalıdır, belki de bu sayede mükemmel adalet sistemine kavuşabiliriz. En verimli sonucu almak için bu yaklaşımların hepsinden yardım almalı ve her vakayı en detaylı haliyle incelememiz gerekiyor, belki bu sayede bir gün suç oranlarını neredeyse sıfıra indirgeyebiliriz.

    Kaynakça:

    https://www.medyacuvali.com/dusunenler/insanlar-neden-suc-isler

                     https://tr.wikipedia.org/wiki/Cesare_Lombroso

                     https://www.researchgate.net/publication/335594297_SUC_KURAMLARI_BIYOLOJIK_VE_PSIKOLOJIK_YAKLASIMLAR_ELESTIREL_BIR_DEGERLENDIRME

                     https://tr.wikipedia.org/wiki/Kategori:%C3%9Clkelerine_g%C3%B6re_su%C3%A7

                     Sigmund Freud – Totem ve Tabu

    Görsel:

    https://www.salom.com.tr/haber-113232-dostoyevski_raskolnikov_ve_gercekler.html

                     

     

     


    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.