The Wiplash, La La Land gibi ödüllü filmlerin sahibi Damien Chazelle’den uzun süredir beklenen film; Babylon. Oyuncu kadrosunun zenginliğinin yanı sıra başrollerde Margot Robbie ve Brad Pitt gibi iki isim olunca film için beklentiler çığ gibi büyüdü ama tabiri caizse Babylon, gişede çakıldı. Bu yazıda üç saati aşkın ve çoğu eleştirmen tarafından “sinemaya bir aşk mektubu” şeklinde tanımlanan Babylon (Babil) filmini inceleyeceğiz.
Babylon 1920’li yıllarda sessiz sinemadan sesliye geçişi konu ediniyor aslında. Hollywood’un altın çağı! Amerika’nın caz çağının sonları! Uyuşturucu, su gibi alkol, çığırından çıkmış partiler, çıplaklık, ahlaki sınırların silikleştiğini değil yok olduğu zamanlar. Yarım saatlik açılış sekansı destansı, görsel olarak muazzam ve tam anlamıyla zirvede, sınırları zorlayan Hollywood!
Fakat bu sinemaya bir aşk mektubu değil. Hollywood’a saygı duruşu şeklinde tanımlayanlarla aynı filmi izlemiş olamam çünkü Babylon baştan aşağı bir eleştiri, taşlama, bir kin kusma. Babylon eğer bir saygı duruşu olarak yorumlanacaksa bu Hollywood’a bir saygı duruşu değil sinemaya aşık olan, hayaller kuran ve Hollywood’un üzerlerinden geçtiği herkes için bir saygı duruşu.
Film bizi oradan oraya savuruyor, sessiz sinemadan sesliye geçişte tek bir kişinin hikayesine odaklanmıyor. Bu yüzden biraz dağınık, parça parça. Chazelle bize herkesin hikayesini anlatmak istemiş ama biraz da bu yüzden herkesin hikayesi bir parça yarım kalmış. Sanki Chazelle döneme dair tüm düşüncelerini hikayeye eklemek istemiş ama her şeyi eklemek isterken derinliği yeterince sağlayamamış.
Epik. Evet, çekimi, dekorları, şarkıları tam olarak epik. Parti sekansları, savaş sahnesi, setler…filmin içinde filmler! Babylon bir görsel şölen. Sinemaya ilgisi olan, sanata ilgisi olan, sinema tarihine, Hollywood’a ilgisi olan herkesin izlemesi gereken bir film. Evet senaryoda, bağlamda sorunlar var ama Babylon gidip görülmeye kesinlikle değer.
Herkese hitap edecek bir film değil, haftasonu açıp kafanızı dinlendirmek için izlenecek bir film değil. Hollywood’a bir kin mektubu. Sessiz sinemada öne çıkan erotizm, güzel yüzler, güzel vücutların giderek önemini yitirmesi, sesli sinemayla Hollywood’un ten değiştirmesi, yıldızı sönen aktörler, yeterince “ahlaklı” bulunmayan aktristler, hayalleri olan ama para için, daha fazla izleyici için hayallerinden olan yönetmenler, hepsinin üzerine kusan bir Nellie LeRoy. Tüm sisteme, hayallerini ve hayal kırıklarını acısına katıp öfkesini tüm o zengin, ahlaklı, “daha üstün” cebi dolu yapımcıların üstüne kusuyor.
Margot Robie oyunculuk resitali veriyor, kendini aşıyor, izlemeye doyamıyorsunuz! Brad Pitt oyunculuk anlamında biraz arkada kalmış ama son sahnesi öyle vurucuydu ki silahın sesi hala kulaklarımda. Brad Pitt’in canlandırdığı John Conrad en tutarlı işlenen karakterdi. Manuel ve Nellie hikayesinin eksik birçok tarafı vardı ve en azından kendi açımdan hikayelerinin finali, bağlanışı oldukça manasız, anlamdan yoksundu.
Manny karakterine Damien Chazelle kendi tutkusunu, sinema aşkını aktarmış sanki. Özellikle Manny’nin en sondaki sinema sahnesi öyle muazzamdı ki! Bayıldım. Irkçılık, hedonizm etkisinde sinema, sesli sinemaya geçişin ardından setlerde yaşanan kargaşalar gibi gibi birçok yöne değiniyor Babylon.
Çok övüldü çok pr yapıldı çok konuşuldu ve bazı yönleriyle övgüleri hak etse de senaryodaki, işleyişteki zayıflıkları görmezden gelmek mümkün değil. Rahatsız edici sahneler, fazlasıyla çıplaklık içerdiğini de belirterek uyarımızı yapalım.
Babylon, Hollywood’un ikiyüzlülüğüne bir haykırış, nefret mektubu. Ve Manny’nin sondaki gözyaşlarıysa bu üç saatlik mektuba kanlı bir mühür.
7/10
Yorum Bırakın