Farklıyım, yeni bir döneme aidim, bu benim zamanım, sizin nesliniz beni anlayamaz, devir artık çok değişti… Aile, öyle tuhaf ve karmaşık bir yapı ki insana bu cümleleri kurdururken aslında o aile örüntüsünün içinde kaybolup gittiğini bile fark ettirmiyor. Aileyi, yavaş yavaş ve sinsice insanın bütün benliğini ele geçiren bir mikrop gibi görürüm. Kişinin nasıl bir aileye sahip olduğuna göre bu mikrop yok edici ve sömürücü nitelikte olabilirken, bazen de kendi kişiliğini bulma yolunda zengin bir besin olabilir. Tıpkı; sağlıklı ve sağlıksız mikropların vücudumuzda aynı anda bulunması gibi, genelde hiçbir aile ne tamamen sağlıklı ne de tamamen sağlıksızdır. Ailemizin bize o ilk ve eşsiz nefesi aldığımızdan beri bilinçli ya da bilinçsiz öğrettiği her bir değer, yargı, algı, yaşam tarzı, sevme ve sevebilme becerisi zihnimizde; ruhumuzun sesi ve arzularıyla sürekli uzlaşma ve çatışma içindedir. Bu süreçler, bitmek tükenmek bilmeyen bir halat yarışına benzer. Bir gün daha sona erdiğinde, içimizde ve dışımızda gerçekleşen gündelik olaylara yaklaşımımız, halat yarışında kimin önde olduğunu gösterir. Ve bazen; kendimizi insanın içini titretecek derecede korkunç olan şu düşüncelerde boğulurken buluruz: “Anneme dönüşmeye başladım. Son zamanlarda babam gibi davranıyorum.”
Günün sonunda, gerçekten kendi sesini bulabilmiş ve ailesinden öğrendiği değerleri sadece kendi sesini besleyip daha da gür hale getirebilmek için kullanan bağımsız bir birey miyiz? Yoksa ailemizin bozuk, kırık dökük kopyalarından mı ibaretiz? Hereditary filmi, korku kategorisinde bir film olmasına rağmen bize bütün bu sorgulamaları tekrar tekrar yaptırmasıyla psikolojik anlamda derinliğini kanıtlamış bir başyapıt. Film, insanın en yaygın korkularından birisi olan “ailenin en kötü özelliklerini kalıtımsal olarak miras alma” temasını başarıyla işlerken, okült konulara kusursuz geçişiyle aslında bu genetik miras konusunu sembolik hale de getiriyor. Film boyunca, annesi gibi olmamaya çalışan ve kendi ailesini bundan uzakta tutmaya çalışan, ancak bu çabalarında başarısız olan bir kadını izliyoruz. Kendi annesinden gördüğü ve çok yakından bildiği psikolojik rahatsızlıkları hem sosyal hem de genetik olarak başarıyla kendi ailesine de taşımayı başaran Annie, çocuklarına da sağlıklı sevgi vermekte başarısız kalmış bir kadın. En başta kendisini sevmeyi ve geçmişini arkasına kalıp yaşamayı öğrenememiş; acılarla başa çıkma yetisini geliştirememiş küçük, yaralı bir çocuk aslında hala. Küçük bir çocuğun kendi çocuklarına sağlıklı bir anne olmasını bekleyemeyiz. Annie de kendi çocuklarına sağlıklı bir anne modeli olamıyor. Kimi zaman çok yapışkan, kimi zaman ilgisiz ve kimi zaman da öfke nöbetleri geçiren, kendi içindeki savaşı bir türlü dinginliğe ulaştıramamış bir anneyi ve çevresiyle de savaş halinde olmasını izliyoruz film boyunca. Aslında Annie’nin halat yarışı, bir yarış değil, savaş haline gelmiş. Atalarının hayaletleriyle ve ona bıraktığı onarılması çok zor acılarla kanlı bıçaklı savaşların içine girmiş ve günün sonunda duygular fırtınasının ortasında kalmış, histerik bir zihnin içinde buluyoruz kendimizi. Ve bu savaşın birinci koltuktan izleyenleri; kendi biricik kişiliklerini bulmakta zorlanan, hatta bulmayı hayal bile edemeyen çocuklar ve çocuklarının çektiği zorluğu görüp ne yapacağını, eşine ve çocuklarına nasıl iyi gelebileceğini bir türlü anlayamayan bir baba. Hepimizin çok yakından bildiği, mezarlık hissiyatı veren bir aile modeli. Adeta ölüler diyarını andıran ve bu temayla ilerleyen Hereditary filmi, ruhumuza sinsice işleyen ve bilinçaltımızda saklı aile örüntülerimizi kendimize tekrar hatırlatan, ürpertici ve izlenmeye değer bir yapım.
Görsel: https://tr.pinterest.com/pin/539235755400559988/
Yorum Bırakın