Güneş ışıkları yaşlanmaya mahkum, zamanın esiri olmuş yüzümüze vurduğu an uyanırız ve kısıtlı duyularımızla algılayabileceğimiz deneyimler dünyasına atarız kendimizi. Beş duyu organımızla içinde yaşadığımız gezegenimizin ve evrenimizin hükümdarı olduğumuz varsayımıyla başlarız her birimiz günümüze. Oysa, beş duyu organımız diye küçüklükten beri ezbere bildiğimiz hisler bütünü, bir varsayım ve yanılsamadan başka hiçbir şey değildir. Çünkü gözden kaçırdığımız, rafa kaldırarak yaşamaya devam ettiğimiz gerçek şudur ki; hiçbir duyumuz bize asıl hakikati verecek güçte değildir.
İnsanın görme frekansı, yalnızca 430-750 terahertz frekans aralığındadır. Yani insanoğlu o kadar zavallıdır ki; ele geçirmek, manipüle etmek, istila etmek, sevmek, üzmek ve sonsuz olasılıklardaki hisleri ve durumları yaşatmak için yüzyıllar boyunca gözünü sürdüğü her şey aslında gördüğünden çok daha fazlasıdır. Ve insan, daha fazlasını görememekle lanetlenmiştir. Uğruna kanlar ve gözyaşları akıttığı hiçbir toprak parçasını bile tamamen algılamayacak derecede kör bir yaratıktır insan, buna rağmen gördüğü her şeyin gerçek olduğuna inanır.
İnsanın duyma frekansı da yine aynı acınasılıkta kısıtlıdır; yalnızca 20-20.000 Hz arasındaki sesleri beynimize iletebilir kulağımız. Kulağına gelen her türlü hakareti, sevgi sözcüğünü, vaadi, şiiri, romantik cümleyi, eleştiriyi ve türlü türlü birtakım cümleyi gerçek sanacak kadar acizdir insan. Evrende duyamadığı milyonlarca türde, farklı deneyim yaratacak güçte ses olduğu gerçeğini rafa kaldırarak yaşar insan; çünkü öyle yapmaktan başka çaresi yoktur. Ve duyduğu kelimelerin ruhunda uyandırdığı ateşle hareket eder insan; bu uğurda kanlar dökmekten, gözyaşı akıtmaktan, ruhunu parçalamaktan, umutlanmaktan, güvende hissetmekten ve fedakarlıklar yapmaktan çekinmez. Bir an olsun duyduklarının eksik olabileceğini aklına bile getirmez.
İnsanın tat alma duyusu ise bambaşka bir mevzudur. Günümüzde, bazı insanlar çocukluktan getirdiği genetik üstünlükler ve çevresel faktörlerle tadına baktığı her şeyin içeriğini çıkarabilecek hassaslıktayken, bazılarımızsa kısıtlı genetiği ve imkanları sebebiyle her şeyin tadını birbirine benzetmektedir. Tat alma duyusu biz insanlar için tam bir fiyaskodur; çünkü hayatta kalmamız için yemek yememiz gerekiyordur ve içinde bulunduğumuz psikolojik koşullar dahi ağzımızın tadını etkileyebilmektedir. Yapmadığımız takdirde ucunda ölüm olan bir duyu organımızı dahi, zorunda kaldığımız koşullar sebebiyle yeterince kullanamama ihtimalimiz bulunmaktadır. Kimi insan için, yediği her şeyin tadı birbiriyle aynıdır ve bu sebeple yemek yemek tam bir anlamsızlıktır. Kimisi için yemek yemek bir yaşam biçimidir, güzel ve keyif verici tatlar almak uğruna fedakarlıklar yapılacak bir etkinliktir.
Koku, kişiyi varlığında türlü tuzaklara düşüren, yokluğunda kör bırakan nankör bir duyudur. Tanıdık bir koku, insanı ömrü boyunca dönmek istemeyeceği savaş alanına dahi götürebilecek güçtedir. Kimi zaman bu tanıdık koku dostu olur insanın, geçmişinde kalmış ve bir daha dönemeyeceği anılarını tekrar yaşatır. Kimi zaman, geçmişinin en derin mezarlıklarına gömme isteğinde olan bir insanı tekrardan cehenneme sokar. Ne şekilde algılanırsa algılansın; insanın koku duyusuna hiçbir şekilde güven olmayacağı aşikardır; kişiye özeldir ve öyle kalacaktır. Gerçeklikle alakası yoktur.
Dokunma duyusu ise, bu yazarı en çok hayal kırıklığına uğratan duyudur. İnsanı bambaşka evrenlere götürebilecek hassaslıktaki ve ömrü boyunca hissedemediği koşulsuz sevgiyi dahi verebilecek derecede güçlü olan dokunma duyusu; aslında tamamen bir yalandan ibarettir. Çünkü dokunma duyusunu zihnimize ileten reseptörler kapalıdır ve ellerimiz, tamamen ölü derilerle kaplı birer dokudan ibarettir. Çoktan ölmüş derisiyle dokunur sevdiği insana kişi ve onun tenini hissedip bütün evrenin sahibiymiş gibi algılar kendisini. Dokunarak seçebileceğini zanneder neyin onun için tehlikeli olduğunu; bu sayede kötülüklerden biraz olsun uzak durabileceğine inanır.
İnsan; bütün bu kısıtlı ve subjektif algılamalarının yanı sıra; çok zavallıdır çünkü her yeni güne başladığında yüzlerce şeyi doğru algıladığı ve bildiği yanılgısıyla başlar. Ve bu yanılgı, insanı kendisini gerçekleştirmekten alıkoyan en büyük engeldir. İnsan ancak, bir zamanlar Sokrates'in de dillendirdiği gibi; hiçbir şey bilmediğini ve ömrünün sonuna dek de bilemeyeceğini kabullendiği zaman özgür olur ve algıları açılır. Algıları açık kalmanız ve hiçbir şey bilmeyen bir bebek gibi dünyada yeni bir gününüze başlayabilmeniz dileğiyle.
Yorum Bırakın