“Dünyanın En Kötü İnsanı” Film İncelemesi: Gerçekten Öyle Mi?

“Dünyanın En Kötü İnsanı” Film İncelemesi: Gerçekten Öyle Mi?
  • 5
    0
    0
    0

  • Bu yazı filme dair spoiler içerir!

    Orijinal ismiyle “Verdens Verste Menneske” yani Dünyanın En Kötü İnsanı, yönetmenliğini Joachim Trier’in yaptığı prolog, 12 bölüm ve epilogtan oluşan bir Norveç filmi. Yönetmenin Oslo Üçlemesi adlı birbirinden bağımsız serisinin son halkası. Film, genç bir kadın olan Julie’nin yaşamına odaklanıyor. 


    Filmin sinematografisini, diyaloglarını, kadın bakış açısını gerçekten çok sevdim. Ama ben Julie’yi anlatmak istiyorum bu yazıda. 


    “Hiçbir şeyin sonunu getiremedim, bir şeyden diğerine atlayıp durdum.”




    Julie, ne istediğini bilmeyen, kendini tanımayan bir karakter. Kendisinin de söylediği gibi hayatında hiçbir şeyin devamını getirememiş, oradan oraya atlamış durmuş. Filmin başlangıcında tıp okuması ardından psikolojiye merak sarması ardından fotoğrafçılığa geçiş yapması maymun iştahlılığını gösteriyor belki ama bir yandan günümüz modern insanının önünde öyle uçsuz bucaksız seçenekler deryası var ki, öteki yanda da toplumun bizlere çoktan biçtiği kılıflar duruyor. Julie’nin örneğinde, birçok kadının örneğinde toplum tarafından çocuk sahibi olma, bir aile yaşantısı sürme baskısı varken Julie’nin çocuk sahibi olmak istememesi, bir yandan toplumun onun üzerine giydirmek istediği giysilerle olan boğuşması öteki tarafta seçeneklerinin sonsuzluğu arasında kendisini kaybetmiş dahası kendini hiç bulamamış bir kadın görüyoruz.


    Öte yandan Aksel ise karşımıza en başından hayatını bir şekilde yoluna koymuş, ne istediğini bilen, düzen kurmayı bir aile yaşantısı yaşamayı isteyen bir karakter olarak çıkıyor. Julie ile ilişkilerinin en başında bu ilişkinin birbirlerine zarar vereceğinden, Julie’nin otuz kendisinin kırklı yaşlarda olduğundan ve hayatta farklı dönemlerde olduklarından, Julie’nin henüz kendisini bulmak için zamanının olduğundan, bu ilişkinin olmaması gerektiğinden bahsediyor. Julie ise bu konuşmanın ardından Aksel’e aşık oluyor. Ve daha sonra beklenen çatışmalar gerçekleşiyor. 




    Julie bu uyarıyı kulak ardı edip ona aşık oluyor, Aksel kendi endişelerini umursamayıp Julie’ye aşık oluyor ve bir süre her şey çok iyi gidiyor. İstekleri çakışana dek. Julie’nin Aksel’in yanına taşınmasıyla başlayan süreç Aksel’in arkadaşları, Aksel’in bir karikatürist olarak yükselişi, Aksel ve Aksel’in istekleriyle devam ediyor. Julie ise her şeyin Aksel ile ilgili olduğunu ve kendini kendi yaşamında bir figüran olarak hissettiğini söylüyor ama aslında olay her şeyin Aksel ile ilgili olmasından ziyade hiçbir şeyin Julie ile ilgili olmaması. 


    Aslında Julie kendini ve ne istediğini bilmeyen bir karakter, içinde bulunduğu çıkmaz sokaklarla dolu şehrin içerisinde yolunu bulamıyor, babasına dair kırgınlıklarını ve öfkesini bile dile getiremiyor, yaşamda bir varlık gösteremiyor ve bunu kendine de itiraf edemiyor. Aslında Julie’nin hissettiği eminim birçok kişiye oldukça tanıdık gelecek bir duygu. Julie de insanın varlık gösteremediği bir yerde yapacağı şeyi yapıyor ve kaçıyor. Yeni bir yerde en baştan başlayarak varlık göstermeye çalışıyor. Eivind de onun gibi çocuk istemiyor, Eivind de yaşamının sevgilisinin etrafında şekillenmesinden sıkılmış, Eivind de aynı heyecanı arıyor, birlikte eğleniyorlar, gülüyorlar, iyi vakit geçiriyorlar. Tüm bunlar bir yana Eivind’e baktığımızda bir kafede garson, kitapçıda çalışan Julie’ye daha yakın. İşler daha iyi gider diye düşünüyorsunuz belki ama gitmiyor. 


    Eivind bir süre sonra Julie’nin bir yazısını buluyor ve okuduğu zaman çok beğeniyor, Julie ise onu en son ne zaman kitap okudun ki diyerek küçümsüyor ve elinden gelse hayatı boyunca insanlara kahve servis ederek yetinebileceğinden fakat kendisinin daha büyük bir şeyler istediğinden bahsediyor. Burada Julie’nin problemlerinin aslında hayatındaki bir kişiden, ailesinden, toplumdan çok daha büyük bir şeyden kaynaklandığına emin oluyoruz; bizzat kendisinden.




    Julie’nin kendine dair arayışı bana Sylvia Plath’in incir ağacı metaforunu düşündürdü. 

    “Yaşamımın, öyküdeki yeşil incir ağacı gibi önümde dallanıp budaklandığını görüyordum. Her dalın ucunda tombul, mor bir incir gibi eşsiz bir gelecek beni çağırıyor, göz kırpıyordu. İncirlerden biri, bir eş, mutlu bir yuva ve çocuklardı. Bir başkası, ünlü bir ozan, öteki parlak bir profesör, biri şaşırtıcı editör Ee Gee, öbürü Avrupa, Afrika ve Güney Amerika, biri Constantin, Sokrates, Attila ve garip adları değişik meslekleri olan daha bir yığın aşık, bir başkasıysa Olimpiyat takım şampiyonu bir kadındı. Bu incirlerin üzerinde ve ötesinde, ne olduklarını pek çıkaramadığım daha bir sürü incir daha vardı. Kendimi dalların çatallandığı noktada otururken görüyordum. Ve incirlerden hangisini seçeceğime bir türlü karar veremediğim için açlıktan ölüyordum. Hepsini ayrı ayrı istiyordum incirlerin, ama birini seçmek ötekilerin hepsini kaybetmek demekti. Ve ben orada karar veremeden otururken incirler buruşup kararmaya başlıyor ve birer birer toprağa, ayaklarımın dibine düşüyorlardı.”


    Her şeye rağmen, filmin isminin “Dünyanın En Kötü İnsanı” olmasına rağmen, Aksel’in filmin son sahnelerinde Julie için sen çok iyi bir insansın demesi belki de doğrudur. Hepimiz hatalarımızdan, yaptığımız yanlışlardan zihnimizde hep en başında kendimizi idam sehpasına çıkarıp yargılıyoruzdur belki de. Belki de hata yapmak, kaybolmak ve kendini aramak insanı dünyanın en kötü insanı yapmaz. 



    Yorumlar (0)

    Bu gönderi için henüz bir yorum yapılmamış.

    Yorum Bırakın

    Yorum yapmak için üye girişi yapmalısınız. Üye girişi yapmak için buraya tıklayınız.