Merhabalar! Bir ay, bir yıl gibi geçmedi mi sizce? Benim için çok yoğun bir aydı doğrusu. Eşimle beraber hastalıklar mevsimine giriş yaptık. İlk önce o, sonra da ben. Hâlâ toparlanmaya çalıştığımız bu günlerde Ocak'ta bana eşlik eden kitaplara yazdığım incelemelerle gündemimizi değiştirelim bari.
Bu yıla açılışı İspanyol edebiyatından Don Quijote ile yaptım. Macera dolu bir yolculuktu. Yel değirmenlerine karşı savaş ilan eden Don Quijote'yi ve atasözlerini peş peşe sıralayarak konuşmayı huy edinen Sancho Panza'yı unutmam mümkün değil.
Nisan Şenliği ile Antik Roma dünyasına ışınlandım. Sanki o günlerde yaşayan biri gibi okuduğum bu eserde, yaşanan gizemli cinayetlere şaşırdım ve olayları çözmeye çalışan Flavia Albia'nın müthiş zekasına da bayıldım. Polisiye dozu baktım sarıyor; Türk edebiyatından Gürpınar bana kitaplıktan el sallıyor, Kesik Baş'ı okudum bu kez. Döneminin sorunlarına ayna tutan bir cinayet hikâyesi okumak harikaydı. Gerilim zirvedeydi. Ben de zirvede bıraktım! Şiirlere doğru bir geçiş yaptım:
Oruç Aruoba'nın kaleminden çıkan denemeleri okumuştum önceden, şiirlerini de merak ettiğimden dolayı Ol / An'a başladım. Ben, sen ve o derken satırlarının arasında kayboldum ve onun yazdığı gibi bir şeye doğru evrildim:
Benimle sen, benim: seninle ben, senin. Ben, senim: sen, bensin. -s.115
Sonra beni bu dünyadan biraz olsun uzaklaştıracak bir kitap okumak istedim, fantastik bir şeyler: Jurgen. Ama o beni üzdü. Bir Adalet Komedisi alt başlığıyla yayınlanan bu kitabın adaletle pek alakası yoktu. Unutulmuş Fantastik Klasikler dizisinden bir kitap Jurgen. Dizinin devamı gelecekti ama adı gibi unutuldu resmen.
Neyse, baktım ki çok hastayım. Hastanın halinden hasta olan anlar dedim ve Woolf kaleminden çıkan bir kitapla moralimi düzeltmeye karar verdim. O da benim gibi grip ve zatürre hastalıklarını sık sık yaşamış çünkü. İlk kez öykülerini okuyacaktım: Aynadaki Hanımefendi. Çok güzeldi, beni iyileştirdi. Sevgi iyileştirir, kitaplar da iyileştirir.
Ocak böyle bitti yani. Oturduğum yerden dünyanın birçok yerine, hatta olmayan evrenlere bile seyahat ettim. Neler gördüm neler; bazıları çok güzeldi, bazıları da kötü. Bir sürü insanla tanıştım ve insan görünümlü olup insan olmayanlarla da.
İncelemelerimde ''mutlaka alın, okuyun ve okutturun'' gibi söylemlere yer vermemeye çalışıyorum. Beğendiklerimi sevmeyenler olabilir, beğenmediğimi sevenler de olabilir çünkü. Yazdıklarım kısa bir yorumdan ve okurken hissettiklerimden ibarettir. Don Quijote biraz uzun oldu tabii, onun için ayrı bir bağlantı ekledim.
Kitap başlıklarına 1000Kitap uygulamasından linkler ekledim. Kitapların künye bilgileri, incelemeler, alıntılar, puanlar ve daha fazlası için dilerseniz bakabilirsiniz.
1-) DON QUİJOTE (İKİ CİLT) - MİGUEL DE CERVANTES
İncelemem: Batı Edebiyatının İlk Modern Romanı ''Don Quijote''
2-) NİSAN ŞENLİĞİ - LİNDSEY DAVİS
Antik Roma’da geçen bir polisiye kitabı okuyacağım aklıma gelmezdi hiç! Sanki o günlerde yaşayan biri gibi okudum kitabı.
İmparator Domitianus Caesar’ın hüküm sürdüğü günlerde Flavia Albia adında bilgi toplayıcı bir kadın eşlik ediyor bize. Kendisi tam bir dedektif…
Ahı gitmiş vahı kalmış bir pansiyonda babasından kalan eski bir yazıhanesi var. Babası Didius Falco’nun hem eski mesleğini hem de dairesini devralmış yani.
Görüşmelerini de burada yapıyor genelde ve o yazıhaneden kendi dairesine doğru giden bir geçit bulunuyor. Herkesin bilmediği evinde vakit geçirmeyi seven bir kadın o. Ayrıca güvenliği için herkesin bilmemesi lazım zaten.
Korkunç bir kazanın nedenlerini araştırması için kendisini tutan kadının birdenbire ölmesiyle başlıyor her şey. Sağlık sorunları olmayan ve hayatı çalışmakla geçen bu kadının ani ölümü Albia’nın aklını meşgul ederken yeni işi de bu olayı çözüme kavuşturmak oluyor.
Roma’da hiçbir nedeni olmadığı halde tıpkı bu kadın gibi durduk yere ölen insanlar şüphe uyandırmaya başlıyor ve Flavia Albia da bu ölümlerin nedenlerini araştırmak için olayların peşine düşüyor. Nedenleri açıklanamayan gizemli ölümler, bu işin arkasındaki katil ya da katillerin amacını sorgulatıyor Flavia’ya.
İmparator Vespasianus Augustus’un ikinci oğlu Domitianus Caesar (asıl adı Titus Flavius Domitianus / MS 51-96) uyguladığı çok sert politikalarla insanları bezdirmiş. Ateşlenip ölen ya da Domitianus tarafından zehirlenen abisi ve babası gibi merhametli ve adil biri olmamış hiçbir zaman. Acımasızlığı, baskıcı tutumu ve açgözlülüğü yüzünden halk tarafından sevilmemiş. Yaptıklarının bedelini de suikaste kurban giderek ödemiş…
Nisan Şenliği’ni Albia’nın anlatımıyla okudum. Sevgiye ve ilgiye aç olan Albia işini çok seviyor. Erkeklerin çoğunlukta olduğu bu tip işlerde; bir kadın olarak başarısı ve hayatıyla toplumun dikkatini çekiyor. Bütün gün sorgulamalar yapması ve olayların ardına düştükten sonra sessiz dairesine çekilip dinlenmesi, kendine çekidüzen verip eviyle ilgilenmesi, sabah serinliğinde hamama gidip güncel dedikodulara kulak vermesi ve daha birçoğu; onu sıradan ama samimi kıldı gözümde. Roma’da geçen bir eser okurken nedense çok ciddi olacağını düşündüğüm bu kitap; öyle mükemmel mizah ve hiciv elementlerine sahip ki ilk sayfasından itibaren kimyamız uyuştu. Sıcak ve eğlenceli, aynı zamanda düşündürücü bir yapısı var kitabın.
Roma’nın gündelik yaşantısına çok yakından şahit olduğum bu kitapta imparatorun yönetim şekline de eleştirel bir bakış açısı söz konusu. Fakat Domitianus ne kadar korkunç biriyse artık, Albia bile ondan nefret ettiği halde pek atıp tutamıyor. Dehşet bir muhafız alayı ve acımasız bir ajan ordusu var çünkü.
Davis’in tarih bilgisini edebi bir kurguya dönüştürmesine de bayıldım. Roma’nın sınıfları, her kesimden insanın günlük yaşamı, kadın-erkek ilişkileri, Roma’da inanç sistemi ile belli zamanlara özgü eğlence anlayışları, tapınak kültürleri ve daha fazlasının anlatıya kattığı renk… Sanki o zamana yolculuk yapmışım gibi çok canlı bir şekildeydi her şey. Bu arada kitabın başlarında katili buldum. Ama neden bu ölümlere sebep olduğunu sonlara doğru anladım. Katili bulsam da okuma zevkime hitap etti. Sonuca ulaşmak heyecan vericiydi çünkü.
Lindsey Davis kalemiyle Nisan Şenliği sayesinde tanışmış oldum. Flavia Albia serisinin birinci kitabıydı bu. İkinci kitabı Evdeki Düşmanları da bu sene içinde okumayı düşünüyorum. Çünkü yazarın yarattığı atmosferi ve oluşturduğu kurguyu keyifle okudum. Üslubu ve dili de oldukça akıcıydı. Yoğun geçen okumalarımdan sonra sayfalarını hızla çevirdiğim ve merak uyandırıcı unsurlarla dolu bu tür kitapları okumak çok güzel bir deneyim sunuyor bana.
Bu seriden önce Flavia Albia’nın babası Didius Falco dizisini yaratmış yazar. Maalesef güncel bir baskısı yok o kitaplarının. Çok önceden dilimize çevrilmiş, sahaflarda denk gelirsek bulabiliriz yani. Umarım yazarın tüm kitapları dilimize kazandırılır. Kitabın rahat okunması adına da her şey düşünülmüş bu arada. Kişiler ve sözlük bölümü çok güzel olmuş.
3-) KESİK BAŞ - HÜSEYİN RAHMİ GÜRPINAR
Hüseyin Rahmi Gürpınar kitaplarında İstanbul’u ve bu kalabalık şehirde yaşayan insanların sorunlarını anlatır. Olaylar yaşanırken bazen durum ne kadar vahim olursa olsun kahkaha bile attırır. Çünkü sıkıntılı mevzularda bile mizahın ve hicvin yoğun karışımı satırlara eşlik ediyordur. Yaşadığı dönemi ustaca eleştirir ve yarattığı karakterlerin her biri bir tiyatroya konu olacak şekilde özenle oluşturulmuştur. O zamanın insanlarında bulunan tüm tiplemelere çok yakından şahit oluruz; bu nedenle okurken bizler de o günlere gideriz.
Hünkâr yaverliği yapan bir paşanın oğlu olarak dünyaya gelmiş Gürpınar. Üç yaşında annesini kaybetmiş ve altı yaşındayken babasının ikinci kez evlenmesinden dolayı büyükannesinin yanına gönderilmiş. Eğitim hayatını da geçirdiği ciddi bir hastalıktan dolayı yarıda bırakmış. Adliyede bir süre memur olarak çalışmış ama daha sonra tercihini yazarlıktan yana kullanmış.
İlk önce gazetelerde çalışmaya başlamış. Eserlerini de gazetelerde tefrika ederek yayınlamış zaten. Kesik Baş, 1921 yılında tefrika ediliyor; 1942’de ise Hilmi Kitabevi tarafından kitap olarak yayınlanıyor.
Ömrünün son otuz bir yılını Heybeliada’da geçirip orada vefat eden Gürpınar milletvekili de olmuş bir zamanlar. Gazeteci ve yazar olan Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın 54 eseri vardır: Roman, öykü, oyun ve makale türlerinden birçok eser ortaya koymuştur.
Yazardan okuduğum ikinci kitabı çok beğendim. Okuduğum ilk kitabı ise Kuyruklu Yıldız Altında Bir İzdivaç’tı. Onu da keyifle okumuştum. Genellikle polisiye kitapların çoğu yazıldığı döneme ayna tutar; Kesik Baş da öyle bir eser. Heyecanlı bir katil bulma serüveni ve dönemin eleştirisini aynı anda okuma fırsatı buldum.
Türk edebiyatında polisiye türüne şahit olduğumda çok mutlu oluyorum. Polisiye türü için genellikle yabancı yazarları tercih ediyoruz fakat Gürpınar da olağanüstü bir kurgu yaratmış burada.
Kesik Baş’ın karakterleri 19. yy sonu İstanbul’unu gözler önüne seriyor. Türklerle yabancıların birbirlerine bakışlarını ve etkileşimlerini, kadın-erkek ilişkilerini belirgin bir vaziyette işleyen bu kitap, sayfalarda ilerledikçe gerilimli bir cinayet hikâyesine dönüşüyor. Yaşanan olayları gülünç ama aynı zamanda dramatik yönleriyle tasvir ediyor Gürpınar.
Bir kuyunun dibinde akla gelmez bir tesadüf ile kesik bir baş bulunduktan sonra yapılan soruşturmaya dahil olan görevli zabıtalar Remzi ve yardımcısı Seyit, grift olaylarla sarılı ve karmaşık bir gizemin kuyusuna düşerler aslında. İstanbul halkı da elinde gazetelerle bu cinayetin nedenlerini ve katilini merak ediyor.
Eski İstanbul’un dokusunu hissetmek, o atmosferin içinde dedektiflerin katilleri arayış çabalarını okumak harikaydı. Ayrıca o dönemde insanların yaşadığı sıkıntılara ve yozlaşmaya tanık oldum. Osmanlı’nın son demleri yaşanırken insanlar maddi ve manevi açılardan çökmüş durumda. Çürümeye doğru gidiyor her şey; Cumhuriyet’in ilanına iki sene var henüz ve toplum can çekişmekte.
İnsanları suç işlemeye iten sebeplerle birlikte tüm bunları psikolojik anlamda da inceleyen bir kitap bu. Toplumun sosyoekonomik durumunu da çarpıcı bir şekilde yansıtıyor.
Adaletsizliğin ve eşitsizliğin portresini sunan Kesik Baş, böyle bir toplumda ‘’toplum için sanat’’ ve ‘’sanat için sanat’’ yapmanın ne kadar zor olduğunu da irdeliyor. Ölümü de pek anlamlı işlemiş; insanın zaman karşısında bir hiç olduğunu öyle akıcı bir üslupla anlatıyor ki… Kitabın bitmesine üzülüyor insan. Türk edebiyatından çok güzel bir klasik okudum yani.
4-) OL / AN - ORUÇ ARUOBA
Oruç Aruoba hayatıma canım eşim sayesinde girdi. Henüz eşim olmadan çok önce, sevgiliyken, “İle”yi hediye etmişti bana. O satırları okurken çok etkilendiğimi hatırlıyorum.
Aradan yıllar geçti, evlendik. Şimdi kütüphanemizde her kitap bir adetken, İle’den iki tane var. İkimizin de altını çizdiği sözler öyle kıymetli ki, kimselere vermek istemedik. O yaşanmışlığı saklı tutuyoruz kitaplığımızda. Bazen açıp bakıyorum, o günlere gidiyorum.
İle bir düşünce ürünüydü, bir denemeydi. Daha sonra da Hani’yi okudum, o da İle gibiydi. Ama ilk kez Aruoba kaleminden çıkan şiirlerle Ol / An sayesinde tanıştım. Normalde şiir pek okumam, eşim daha çok sever. O da yıllar önce okumuştu bu eseri, şimdi ben de okudum ve çok beğendim.
Aruoba’nın edebiyatında insan psikolojisini ve felsefenin sınırsızlığını görebilmek mümkün. Son yıllarda edebiyat tutkumun yanında psikolojiye ve felsefeye ilgim gitgide artığından dolayı yazarın diğer kitaplarını ve şiirlerini edinmeye gayret edeceğim. Müthiş bir kalemi var çünkü!
5-) JURGEN - JAMES BRANCH CABELL
Öncelikle değerlendirmeme başlamadan önce kitabı beğenmediğimi belirtmek istiyorum. “Unutulmuş Fantastik Klasikler” dizisinden okuduğum bir kitap ilk kez hoşuma gitmedi. Diziden okumadığım iki kitap daha var. Onlar nasıldır bilmiyorum ama Jurgen vasat bir okuma yolculuğu sundu.
Elfdiyarı Kralı’nın Kızı, Fantastes, Ouroboros Yılanı ve Sisler İçindeki Lut çok güzel kitaplardı. Bu nedenle Jurgen’e karşı beklentim büyüktü, belki de bu yüzden hayal kırıklığı yaşadım.
Jurgen, alt başlığıyla “Bir Adalet Komedisi” diye yayınlanan bu eser, bizim bildiğimiz ve aradığımız adalete hiç benzemiyor. Yani “ülkemizde olmayan adalet”e demek istedim.
Tefecilik yapan Jurgen, eşi Lisa’yı kaybediyor ve onu aramaya başlıyor. Çıktığı bu yolculuklarda ise başına birçok olay geliyor. Girip çıktığı bu ortamlar günümüz dünyasına ait değil; mitosların ve var olmayan dünyaların insanlarıyla dolu. Bildiğim ve bana tanıdık gelen birçok varlıkla da karşılaşıyor Jurgen: Troyalı Helen ve Arthur efsanesinden önemli kişiler… En çok bahsi geçen Yunan mitolojisinden kesitler sunması hoş olmuş. İskandinav mitolojisi de var ve daha başka mitoslar. Yani bunların çoğuna hâkim olmama rağmen yazarın üslubunu ve yarattığı kurguyu sevemedim. Beni içine alamadı bir türlü.
Jurgen orta yaşlarda bir adam ve bir bunalım geçiriyor; andropoz dönemini yaşıyor. Karısını ararken başka kadınlarla birlikte oluyor ve kadınlara karşı adil olmaya çalışıyormuş gibi bir izlenim verse de bence tam tersi bir durum söz konusuydu.
Yazarın bu kitabı müstehcenlik suçlamasıyla mahkemeye çıkarılıyor ve tam iki yıl sonra Cabell davayı kazanıyor… Felsefi anlamda yoğun bir eser, ironik bir dili var. Fakat birçok anlamda bana hitap etmeyen keyifsiz bir okuma serüveniydi.
6-) AYNADAKİ HANIMEFENDİ - VİRGİNİA WOOLF
Virginia Woolf kaleminden çıkan öykülerle ilk kez tanışıyorum. Daha önce Deniz Feneri ve Kendine Ait Bir Oda’yı okumuştum. Muhteşem kitaplardı. Aynadaki Hanımefendi de beklentimi karşıladı. Gerçeklik ve bilinç akışı tekniği Woolf’un güçlü kaleminde birleşiyor. Hayatın gerçek yüzüne; karakterlerin zihinlerinde düşündükleri ve yarattıkları serbest çağrışımlarla tanık oldum. Karakterlerin iç dünyalarına, çatışmalarına dair uzun cümleler ve betimlemeler, sanki gerçeküstü bir şeyler okuyormuş hissi veriyor. Bunun nedeni ise anlatıma dahil edilen “yansıma” faktörü; yazar ayna gibi maddesel eşyalarda ya da maneviyatımızda oluşan yansımaları bir eylem şeklinde öyküleriyle bütünleştiriyor.
Beş farklı öyküden oluşuyor; ilk öykü kitaba adına veren Aynadaki Hanımefendi (Bir Yansıma), devamında ise Bir Cemiyet, Duvardaki İz, Katı Cisimler ve Lappin ile Lapinova karşıladı beni.
Hepsi birbirinden güzeldi. İlk hikâyeyi diğerlerine nazaran daha çok beğendiğimi söyleyebilirim.
Neden ilk öyküyü çok beğendim? Aynaya yansıyan yalnız bir kadın ve kadının üzerlerinde hâkimiyet kurduğu eşyalarla birlikte doğanın ve yaşamın gücünün etkileşimi öyle olağanüstü bir şekilde anlatılmış ki sevmemek olmazdı.
Kadının içsel dünyasıyla hayatın gerçekliği bir arada sunuluyor. O uzun betimlemeler arasında kadının duygusal dalgalanmalarına şahit olmak ve dış dünyaya yansıyan görüntüsüyle her şeyin doğal akışında yazılmasına bayıldım. Özellikle içinde yaşadıkları ve düşüncelerinin yoğunluğunun yansıtılma şekli hoşuma gitti.
Düşüncelerinin hiçbiri net olmasa da -zihni düşüncelerini sessizlik bulutlarının içinde barındıran suskun kişilerdendi o -düşüncelerle doluydu. / s.16
Düşüncelerim zihnimde hiçbir zaman net olamadığı için sevmişimdir belki bu öyküyü.
Diğer öykülere değinmeyeceğim. Özgür ruhlu bir feminist olan Virginia Woolf’un yazdığı bu satırlarda; kadınların yaşamını ilgilendiren her şeyi, özellikle yaşadıkları zorlukları net bir şekilde görebiliyorum. Genel olarak üslubu alaycıydı ve mizahi yönü de kuvvetliydi. Keskin ama zarif yönleri de anlatımında güçlü etkenlerdendi. Öyle bir dönem için yazdığı bu öykülerle cesur bir eleştiri sunuyor. Yine çok çarpıcı bir Woolf eseri okudum yani. Mutluyum!
Bugünlerde zatürre olduğum için bu kitabı tercih ettim. Woolf çoğu zaman hastalıklarla boğuşan bir yazar olduğundan dolayı aklıma ilk gelen onun bir kitabıyla edebi dozumu almak oldu. Ayrıca müthiş bir edebiyatçı ve modernist dönemin en iyi yazarlarından biri olması da ilgimi çekiyor. Yani hayatımın gerçekliğiyle birlikte “iyi bir edebiyat” ürünleri arasında bağ kurmayı seviyorum.
Okuduklarım hakkında yorumlarım bu şekildeydi. Favori bir kitap belirleyemedim, çünkü Jurgen hariç birbirinden harika kitaplar okudum. Her biri kendi türlerinde muhteşem eserlerdi. Bu ayın tek iyi yanı ise böyle güzel kitaplar okumamdı galiba. :)
Puanları da burada, unutmadan:
Sorular, öneriler ve görüşleriniz için buralardayım:
Twitter yazmak isterdim ama X :(
Fotoğraflar bana aittir. Okuduğunuz için teşekkür ederim, sevgiler!
Yorum Bırakın