Merhabalar, baharın en sevdiğim ayında çok güzel kitaplar okudum. Yaz sıcakları henüz yüzünü göstermeden önce böyle hafif esintili günleri ve yakmayan güneşin tadını çıkarmayı seviyorum. Bu ay okuma motivasyonum diğer aylara göre daha iyiydi aslında, belki daha çok kitap okuyabilirdim fakat kitaplığıma yeni giren ve karşı koyamadığım bir kitap vardı, onu okumak için oldukça sabırsızlandım: Ördekler, Newburyport.
''Marcel Proust, Bir Yaşam'', ''Günler Aylar Yıllar'' ve ''Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk'' ayın başında bitirdiğim kitaplardı, daha sonra Ördekler, Newburyport'u elime aldım ve 1043 sayfalık maceram başladı. Hâlâ onu okuyorum ve ay sonuna yetişmemesinden dolayı hüsran duymuyorum. Çünkü bayıldım ve bitmesin diye yavaş okuyorum doğrusu. Zaten yapısı gereği hızlı okunacak bir kitap değil. Onun sırası geldiğinde neden böyle hissettiğimden bahsedeceğim sizlere.
Mayıs'ın favorisi, henüz bitmediği halde Lucy Ellmann kaleminden çıkan ''Ördekler, Newburyport'' ve şu an 700'lerdeyim. Kitabın büyük bir kısmını bu ay okuduğum için bu yazıda ona da yer vermek istedim. Bu olağanüstü yapıtın sonuna geldiğimde onun için ayrı bir inceleme içeriği kaleme almak istiyorum. Burada da paylaşacağım tabii ki.
Şimdi kitaplar hakkında yorumlarıma geçelim:
1. MARCEL PROUST (BİR YAŞAM) - EDMUND WHİTE
Kayıp Zamanın İzinde’den sonra Proust’la ilgili kaynakları okuma hırsım çok yoğun fakat bir taraftan onları oldukça yavaş bir şekilde tüketebiliyorum. Çünkü onlar bittiğinde Kayıp Zamanın İzinde’ye ikinci kez başlayacağım, evet, bu çok beklediğim bir şey ve güzel de ama o da bittikten sonra elimde Proust’a dair okuyacak hiçbir şey kalmayacak. Yani çok değişik bir çıkmazdayım. Hala elimde birkaç kaynak kitap daha var, satın almadıklarım da vardır belki. Onunla ilgili ne bulursam almaya çalışıyorum, arayışım hiç bitmeyecek sanırım. Henüz dilimize çevrilmeyen kitaplar da var tabii ki, bazıları da ona ait hatta. Yayınevleri bir güzellik yapıp onlara da el atarsa çok mutlu edecekler beni ve tabii ki tüm Proust severleri.
Edmund White kaleminden çıkan ‘’Marcel Proust, Bir Yaşam’’ Proust ile ilgili okuduğum en iyi kitap değil tabii ki, bana göre Celeste Albaret’in ‘’Monsieur Proust’’unu geçen olabilecek mi bilmiyorum. Aralarında en sevdiğim oydu. Yine de Proust’a dair bir şeyler sunan her kitap gönlümde ayrı bir yere sahip çünkü onun hakkında çoğu şeyi bilsem bile hala beni şaşırtmaya devam edebiliyor. Mesela Joyce ve Proust’un karşılaştıklarını bilmiyordum.
‘’Joyce ile Proust bir kere karşılaştılar; o da birbirlerine tek kelime etmedikleri bir taksi yolculuğu sırasında -zaten birbirlerinin eserlerini de okumamışlardı.’’ /s.10
Başka yazarlar da var bu arada, bazılarını tanıyorsunuzdur: Mesela Woolf’un Proust hayranı olduğundan haberim vardı, onun da kitaplarını belki bu yüzden çok seviyorum. Andre Gide’den de bahsediyor bu eser, hem de birçok kez… Bence Gide gibi birine Proust’u anlatan bir kitapta bu kadar yer verilmesi Marcelciğime haksızlık… Proust’la tanışmadan birkaç gün önce Kadınlar Okulu’nu okumuştum, fena değildi ama artık Gide okuyasım gelmiyor. Çünkü:
‘’Gide’in en büyük pişmanlığıysa, başını çektiği genç, fakat sözü geçen yayınevinin adına Proust’un büyük eserinin ilk kitabı olan Swann’ların Tarafı’nı reddetmesiydi. Gide, Proust’u yüzeysel bir dandy ve bir sosyete dedikoducusu olarak görme hatasına düşmüştü.’’ /s.10
Bu sayfada bahsedilen kısım bu kadar ama neredeyse birçok bölümde Gide’ye dair izler bulunuyor. Gereksizce bence. Gide’in en büyük hatasıysa, Swann’ların Tarafı’nı okumaya bile tenezzül etmemesiydi; bir kitabı reddetme hakkına sahip olmak için önce okumak gerektiğini düşünür insan. White, bu durumu ‘’pişmanlık’’ filan diyerek masumlaştırsa da benim gözümde Gide hiç iyi biri değil; Proust’un kahyası Celeste Albaret ile bu konuda hemfikiriz. Monsieur Proust kitabında Gide bahsi geçiyor, hatta Proust’un Gide hakkında söyledikleri de… Yani bunları okursanız belki bu tepkimi anlayışla karşılarsınız diye düşünüyorum.
Hal böyleyken ön yargılı ve kendini beğenmiş Gide’in bir kitabını okumak içimden gelmiyor. Benim Proust düşkünlüğü peki?
‘’Marcel Proust, Bir Yaşam’’ az sayfalı bir kitap olmasına rağmen Proust’un hayatına dair önemli olayları ve dönüm noktalarını baz alarak anlatıyor onu.
‘’Yakın tarihlerde İngiltere’de yapılan bir ankete göre, bir grup yazar ve çevirmen, “En çok etkilendiğiniz 20. yüzyıl romancısı kimdir?” ve “Sizce 21. yüzyılda en kalıcı etkiyi bırakacak olan romancı kimdir?” sorularına Marcel Proust cevabını vermiş. Çocuk Proust’un çaya bandığı madlen kurabiyesi, Fransız edebiyatının kuşkusuz en ünlü simgesi artık; benliğimizin derinliklerinden kopup gelen, yıllar sonra tekrar gün yüzüne çıkan hatıralarımızdan bahsederken “Proustyen deneyimler” gibi laflar ediyoruz.’’ /s.9
Bu şekilde etkileyici bir girişi olmasına rağmen yazarın edebi yönünü anlatan yanını oldukça eksik buldum, ‘’biyografi’’ türünde yazıldığı için Proust’un yaşamını anlatması gerekiyordu tabii ki. Fakat bunu yazarın özeline girerek yapması rahatsız etti beni; onun sırlarını ortaya döken bir magazin muhabiri gibi kaleme almasını hoş bulmadım.
Celeste Albaret bile Monsieur Proust adlı eserinde Marcel Proust’un eşcinsel oluşuyla alakalı hiçbir şey yazmamıştır, on yıldır onun yanında yaşayıp hem hizmetini görüp hem sırdaşı olmuştur ve tüm bunlara rağmen kendinde bu hakkı görmemiştir. Edmund White ise bu durumu üslubunu uygun bulmadığım bir tarzda ve saklı bir hazine bulmuş açgözlü bir korsan gibi anlatırken neyi amaçlıyordu acaba? Kendisi hakkında kısa bir araştırma yaptığımda onun da eşcinsel olduğunu öğrendim. Marcel Proust’u edebi kişiliğiyle değil de şahsi durumu olan eşcinselliği ile yansıtmasına pek şaşırmadım bu yüzden.
Yazarın hadsizce yaklaşımı dışında güzel bir kitaptı. Proust’un doğumundan ölümüne kadar onu Kayıp Zamanın İzinde’yi yazmaya teşvik eden çocukluğu, okudukları, etkilendiği yazarlar, ailesi, okul hayatı, askerliği, arkadaşları, sosyete toplantıları, seyahatleri, hastalığı ve daha birçok şey… Onun gözlemleri, deneyimleri ve anıları bilincinde tutma gücü ve aşkı sayesinde bu dev yapıtı okuyabiliyoruz bugün.
Bu biyografi kitabı Kayıp Zamanın İzinde’ye hazırlık niyetinde okunmamalı elbette, çünkü eserin içerisinde bu dev yapıttan alıntılar bulunuyor. Proust’un yarattığı karakterlerin gerçek hayatında kimlerden etkilenerek yazdığına şahit oluyoruz ve o dönemlerde yaşanan önemli olayların Kayıp Zamanın İzinde’ye hangi açılardan yansıtıldığına tanık oluyoruz. Bunlar gibi birçok sebepten dolayı kitabın Kayıp Zamanın İzinde’den sonra okunmasını gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu dev yapıt hayatımızda bir kere okuyup rafa kaldırdığımız bir seri olmamalı: Proust’la ilk defa bu seriyle tanışıp daha sonra tüm kaynakları elden geçirip sindirmek harika bir serüven olur; o zaman ikinci kez okunduğunda bu sefer başka bir gözle ve hazla bakacağımızdan eminim. Proust’un evrenine girdiğim o günler boyunca Kayıp Zamanın İzinde’nin sunduğu edebi hazzı hala unutamıyorum. O atmosfer bambaşka bir şeydi. Ondan sonra okuduklarım, yazdıklarım bana yavan geliyor. O tadı alamıyorum kesinlikle.
Proust severlere önerebileceğim bir kitap.
2. GÜNLER AYLAR YILLAR - YAN LİANKE
bizimbüyükchallengeimiz madde -13: Talât Sait Halman Çeviri Ödülünü Kazanmış Bir Kitap
Çinli yazar Yan Lianke kalemiyle ilk kez tanıştım. Kitabın başlığı ve kapağı gibi yalın bir hikâye okudum. Böyle dikkat çekici olmayan, telaşsız bir şekilde akıp giden, saf ve sade atmosferiyle cezbeden çoğu şey, insanı her anlamda etkileyebiliyor nedense. Tıpkı ‘’Günler Aylar Yıllar’’ın bana yaptığı gibi. Okuma yolculuğum kısa sürmesine rağmen son zamanlarda beni bu derecede etkileyen bir kitap okumamıştım. Tüm bunların sebebi ise eserin kurgu olduğu halde hayatın gerçeklerini ve hayat mücadelesini çarpıcı açılardan yansıtmasıydı.
Edebiyat dediğimiz şey dünyanın insanlaşmasını sağlayan olağanüstü bir sanat dalı. Muhatabı da ‘’insan’’ üstelik. Biz insanların duygusal ve düşünsel anlamda beslenmesi gerekiyor, içimizde bir şeyleri uyandıran ve filizlendiren bir güç… Özellikle de vicdanımıza hitap edecek bir şey. Çünkü vicdan sahibi olmayan insan, insan değildir. İşte, ‘’Günler Aylar Yıllar’’ da ‘’iyi bir edebiyat’’ ürünü. Unuttuklarımızı ve sönmeye yüz tutmuş erdemlerimizi sunuyor bize: Umudu, mücadeleyi, sabırlı olmayı, pes etmemeyi, sevgiyi ve en önemlisi de varoluş inadımızı.
Hayatımızın hemen hemen her döneminde, günlük yaşamımızda, herhangi bir anda birçok zorlukla karşılaşıyoruz. Bazen hayallerimizin, yaşama umudumuzun bile önüne geçebilen sorunlar da. Çünkü hayat mücadele üzerine kurulu, zaman hep aleyhimize. Belki de en büyük düşmanımız ‘’zaman’’ olabilir.
‘’Günler Aylar Yıllar’’ zaman algısının durduğu bir kitap, ve ‘’zaman’’ en önemli etkenken üstelik. Kuraklık, kendisinden yağmur beklenirken put gibi duran bir kara bulut gibi Balou Sıradağları’na çökerken insanlar pılıyı pırtıyı toplayıp çareyi evlerini terk etmekte bulurlar. ‘’Artık nerede su, orada biz’’ düşüncesiyle hızlıca köylerinden kaçarlar, sanki bir doluya tutulmuş gibi. Herkesin gittiğini zannederken ihtiyar ve kör köpeği sürpriz yaptı bana ve amansız bir yaşam mücadelemiz başladı.
‘’Kalbinde yerden göğe kadar uzanan bir boşluk oluştu, ölümcül bir sessizlik ile perişanlık birdenbire tüm vücuduna kök saldı.’’ /s. 11
Başlarına gelen bu felaketi vakarla karşılayan iki kader ortağının köyü terk etmemeleri için bir nedenleri var: Bir avuç mısır tanesi ve kuyuda kalan birkaç damla su.
İhtiyar adamın tüm umudu, yeni filizlenmeye başlamış bir mısır tanesindedir sadece. Daha olgunlaşmasına aylar varken günlerini nasıl geçireceğini düşünür kara kara. Sadık dostu kör köpeğiyle birlikte acımasız güneşten saklanır, gölge kovalar ve böylece zaman akıp gider.
Zaman onlar için nasıl bir duruma geldiyse artık, gündüzün yakan sıcaklığına ve gecenin sert soğukluğuna bürünür her şey. Açlık ve susuzluk ise onların bir parçasıdır zaten.
Şartlar zorlaştıkça ihtiyar adam ve kör köpeği silikleşir ama umutları belirginleşmeye devam eder. O umut, yaşama çabaları için yegâne şeydir çünkü.
‘’Yaşamak ölmekten yeğdir yine.’’ /s. 24
Sonunda ne olacak merakıyla okuduğum kitapların yeri bir başka, bu da öyle bir kitaptı. Yalnız sona ulaşma çabasıyla değerlendirilecek bir kategoride değil, bütünüyle insanı içine çeken bir eser bu. Edebiyatın yaratıcı gücüyle bizi insanlaştıran, yüreğimize dokunan ve mesaj veren kitapları çok seviyorum. İyi ki okumuşum. Ayrıca çeviren Erdem Kurtuldu’nun emeğine sağlık.
3. MUTSUZLUK ZAMANLARINDA MUTLULUK - WİLHELM GENAZİNO
Alman yazar Wilhelm Genazino ile ilk kez bu kitap vesilesiyle tanıştık. Meğer yazarın başka kitapları da varmış ama ben en bilinen ve en çok okunanla başlamışım Genazino seyahatime. Evet, doğru anladınız. Onun eserlerini okumaya devam etmek istiyorum çünkü tarzını sevdim. Diğer kitaplarının Jaguar’da olmasına pek mutlu oldum. Kitaplığımda sayıca az yer kaplamasına rağmen nedense sevdiğim bir yayınevidir kendileri.
‘’Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’’ uzun zamandır kitaplığımda okunmayı bekliyordu. İyi ki beklemiş, onu çok doğru bir zamanda okumuşum çünkü. Hayatın anlamını anlamaya çalışmak yerine, kendimi günlük yaşamın rutin nehirinin akıntısına bıraktığım zamanlarda iken bu kitapla tanışmam ne kadar da ilginç… Farkında olmadan ve bilmeden okuduğum kitaplarla yaşamımın kesişmesine bayılıyorum. Bu durum kafamda sürekli dönen düşünce seline bir set çekiyor sanki, beni rahatlatıyor ve kendime başka bir pencereden bakmamı sağlıyor. Her şey açıklığa kavuşuyor okuduğum satırlarda.
Bu kitapta herkes kendisinden bir şeyler bulabilir eminim. Başkarakterin hayatının tanık olduğumuz bir kesiti bile yeterli bunun için. Çünkü çoğu insanın dışarıdan sıradan görünen ama içeriden karmaşık olan bir hayatı vardır. Yaşam yorucudur, her şey istediğimiz gibi olmadığındandır belki, ama öyledir. İlişkilerimiz, iş hayatımız, ev yaşantımız gibi olguların yanında duygusal ve düşünsel dünyamız da varoluşumuzun en sıra dışı yanı. Çünkü umutlarımız, hayallerimiz ve hedeflerimiz gibi gerçekleştirmek ya da değiştirmek istediğimiz tonlarca şey vardır ve diğer insanlarla iletişim kurarken bile duygularımızın ve düşüncelerimizin sabit bir şekilde durmasının imkânı yoktur. Nasıl bedenimiz her zaman hareket halindeyse onlar da değişmeye, gelişmeye ya da körelmeye mahkûmdur.
Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk’un ilginç tarafı zıt durumları aynı anda sunmasıydı. Komediyle dram, neşeyle melankoli, absürdle realite… Hepsi olağanüstü bir uyumla anlatılıyor eserde. Tek bir kişinin bakış açısıyla ilerleyen kurguda sağlanan bu dengeyle birlikte, ne gibi bir sürprizle karşılaşacağımı bilmeden sayfaları karıştırmaya devam etmek çok güzeldi.
Anlatıcımız Gerhard Wahrlich, konutuna yakın tıklım tıklım bir sokak kafesinde zorlukla bir masa bulup oturuyor ve kitabımız başlıyor. Gerhard’ın en sevdiğim yönü nerede olursa olsun durup insanları ve onların yaptıklarını gözlemleme çabasıydı. Kendi hayatının sıkıcılığından sıyrılmak için böyle davranıyor gibi görünse de, tüm bu detaylara ilgi duyan biri o. Toplumsal ilişkilere özellikle. Belki de Felsefe okuduğu için insanın varoluşu onu her açıdan cezbediyordur, bilemiyorum. Heidegger üzerine doktorasını yazmış bir filozof olduğu halde bir çamaşırhanede organizasyon müdürlüğü yapıyor. Maalesef geçmişten günümüze değişmeyen tek şey, içine hapsolduğumuz bu kapitalist düzende okuduğumuz ve sevdiğimiz bir meslekte çalışmanın çok zor olduğu gerçeği…
İşini kendi düzeyinin çok altında gören Gerhard’ın bir de birlikte yaşadığı bir sevgilisi vardır. Uzun zamandır hayat yokuşunu el ele tırmanan bu çiftin nefesleri tıkanma noktasına gelmiştir çünkü kadın artık çocuk sahibi olmak ve evlenmek istiyordur. Aslında kadının bu isteği; bir insanın yaşamında başına gelmesini umduğu rutin eylemlerdir, kabul edilebilir olgulardır: Doğmak, okumak, iş hayatı, evlenmek, çocuk sahibi olmak, çocuk büyütmek, yaşlanmak ve ölmek.
Fakat Gerhard böyle rutin bir hayatın simgeleşmiş olgularını yaşamaktan çok uzak biri çünkü kendini gerçekleştirememiş henüz: Sevmediği bir işi yapıyor, okuduğu bölümle alakalı bir şey yapamamak içinde ukde kalmış, yaşamı yorucu buluyor, yapmak istediği bir sürü şey varken bir hırsı yok, üstelik evhamlı.
Bence kendisini o kadar iyi tanıyor ki bu rezil dünyaya bir çocuk getirmenin ve o sorumluluğu almanın yanından geçemeyeceğini düşünüyor. Keşke herkes ‘’kabul edilebilir eylemleri’’ yaşarken bunları sakin bir kafayla oturup düşünebilse, belki dünya daha güzel bir yer olurdu. Toplumun Gerhard’a dayattığı baskıların onun yaşamına ne gibi etkileri oluyor ve onu nereye sürüklüyor? Kitabın anlattığı şey bu…
4. ÖRDEKLER, NEWBURYPORT - LUCY ELLMANN
dikkat! ⚠️ bu bir inceleme değil, ara yorumdur. “kitabı yarıladım” postu yani 🤍
“Ördekler, Newburyport” yolculuğum bütün heyecanıyla devam ederken ay sonuna yetiştiremediğim için nedense üzgün olmadığım bu kitap hakkında ne gibi hislerle ve düşüncelerle doluyum, onlardan bahsedeceğim.
Neden üzgün değilim? Ördekler, Newburyport’u 12 Mayıs’ta okumaya başladım, ay sonuna gelmeden bitirmeye niyetliydim fakat tahminlerim beni yanılttı. Hüsrana da uğramadım çünkü bu mükemmel romanı bitiresim gelmiyor. Yok, yanlış okumadınız. Evet, yavaş okuyorum çünkü çok güzel. Gerçek şu ki bu sıralar okuduğum en iyi kitap… Bilinç akışı türüyle aramda nasıl bir bağ olduğunu anlatamam ama bu kitabı okurken elime başka bir kitap değmemesinden durumun ciddiyetini anlamışsınızdır belki diye düşünüyorum. Böyle kitaplarla meşgul olmayı çok seviyorum çünkü. Araya diğerlerini almadan, yalnızca onunla olmak bana iyi geliyor. Sonu gelmeyen bir monolog dünyasının içerisindeyim şu an, ve sonuna geldiğimde neler olacağına dair en ufak bir fikrim yok. Tek bildiğim acımasız bir boşluğa düşeceğimden emin olmamdır.
Romanın içeriği orta yaşlarındaki bir kadının içsel monoloğundan ibaret. Onun günlük hayatının akışına kendinizi bırakıp gidemiyorsunuz çünkü her şey sürekli değişiyor. Bir geçmişe gidiyor, bir anda kalıyor, sonra hop gelecek hayalleri, bir bakmışsınız rüyalarından bahsediyor. Araya serpiştirilmiş şarkı sözleri, film ve kitap önerileri, trajikomik haber başlıkları, turtalar, ördekler, tavuklar, Trump, Alenen Silah Taşıyan adamlar, çevre kirliliği, hayvanlara yaptığımız eziyet, ve aklınıza gelebilecek her şey bu kitapta var. Amerika’da yaşayan Ohio’lu bu ev hanımı için değişmeyen etkenler ise eşi, çocukları, merhum anne babası, ve turtalarıyla ilişkili herkes… Onun bir anksiyete çukurunda debelendiğini, yine de umudunu elden bırakmayan fakat depresif ruh halinden de kurtulamayan, korkunç kaygılarla boğuşan, sıradan işlerin bile altında ezilen, kendine ve kitaplarına vakit ayırmayı özleyen bir kadın olduğunu anlayabiliyorsunuz okuduğunuz satırlardan sonra. Her şey çok karmaşık ve sürprizlerle dolu olsa da bunu anlamamak için kötü kalpli olmak lazım, sanırım. Ama sanki onu yalnızca biz anlıyormuşuz gibi.
Kitapta belli bir düzende ilerleyen olay örgüsü ve kurgu olmadığı için her sayfada anlatıcıyla ilgili yeni bir şeyler öğrenmek bazen komik, bazen de hüzünlü. Kaygılı bir kadın olduğu halde sorunlarını ve sıkıntılarını biraz eğlenceli bir üslupla anlatması yardım çığlıkları gibi geldi bana. Hele o araya serpiştirilen şeyler de çok önemli noktalar var. Bariz şeyler…
Bu arada çoğu şeyi incelememe saklamak istiyorum ama günümüze çok ama çok yakın tarihte geçen bir roman okumak harika bir his. Acımasız gerçeklerle dolu bu dünyada, yaşamı ve sistemi eleştiren bir kadının kafasını bir türlü toplayamadığına şahit olsak bile. Günümüz dünyasını ve modern insanı yansıtan bu kitap, neredeyse birçok soruna karşı üç maymunu oynadığımız şu günlerde, yolumuzu aydınlatan ve hepimizi korkularıyla yüzleştiren bir okuma deneyimi sunuyor.
Ördekler, Newburyport bittiğinde neler hissettiğime dair dolu dolu bir yazı yazmak istiyorum ve kitapla ilgili daha kapsamlı bir incelemede görüşmek dileğiyle diyorum, sevgiler.
Kitap başlıklarına 1000Kitap uygulamasının linklerini ekledim. Kitapların künye bilgileri, incelemeler, alıntılar, puanlar ve daha fazlası için dilerseniz bakabilirsiniz.
Okuduğunuz için teşekkür ederim. Sorular, öneriler ve görüşleriniz için buralardayım:
Fotoğraflar bana aittir.
Yorum Bırakın