Evrenin farklı yerlerinde açtığımız,
ruhlarla paylaştığımız çiçekler vardı.
Kendimizden bir parça bırakıp giderken
çoğu zaman fark edemedik ne verdiğimizi.
Sonra bir gün…
o güzel insanlar bencil,
açgözlü,
tutarsız,
soğuk kalplere dönüştü.
Peki nasıl geldik bu hale?
Çiçekleri ruhlara bir tohum gibi değil de,
hatıralardan oluşan o çiçekleri
kökünden söküp mü diktiler?
Kalpleri küsüp göçtü,
ruhlarsa bir bataklıktan farksız kaldı.
Peki bu bahçeleri neden kimse görmedi?
Yalnız kalmış,
acı dolu hayatların
bir taştan farksız olduğunu
kimse anlamak istemedi.
Acılarını sarmaya yanaşmadı kimse.
Soğuk, mesafeli,
acımasız ruhların dikenleri vardı…
Oysa bu dikenler,
bir zamanlar baharın kokusunu barındıran
anılardan oluşmamış mıydı?
Gecenin karanlığı,
anıların ağırlığı soğuttu yürekleri.
Bahçeler çürüdü.
Ve beklenen bahar hiç dönmedi.
Kimse,
bahçesinden bir çiçek bile vermedi.
Baharda uçuşan polenlerini bile
layık görmedi onlara.
Sonra onlar
iyiliğini kaybetmeyen ruhlar oldu,
diğerleriyse kötü ruh olması için
hiçliğe savruldu.
Onlara bu yüzden kimse çiçek veremedi belki.
Belki de iyiler
çiceklerin dilinden hiç anlamadı.
Çünkü o bahçeleri armağan edenler
anılardan ibaretti.
Yalancı güneşler,
solgun rüzgarlar,
yabancı kalplerde kalan çiçekler…
Kökleri iyiliğe adanmış,
ama gerçekliğe küs ruhlara…
Çiçekleri olmayan bir ruh,
en sonunda toprağın ne olduğunu unutur.
Ve biz,
sadece hatırladığımız bahçelerde
var olabiliriz.
Diğerleri mi?
Solmuş bir yaprak gibi
sessizce rüzgâra karışır.
Ve gider.
Yorum Bırakın